ama arkadaşlar iyidir



11.07.2010

izmir'in orta yeri tam bir sinema

yine bir izmir seferinden dönmüş olmanın ahengiyle, otel odamdan bunları size yazmakta bir sakınca görmüyorum. bu defa cuma ve cumartesi, iki gece olmak üzere izmirledim. cumartesi uyanıp kahvaltımı yapıp, üstüne kahvemi içip, gündüz biralarını yeni aldığım bir kitap eşliğinde devirdikten sonra kafam dumanlandı elbette. hep diyorum gündüz içmeyim diye, hep de dediğimi tutmuyorum. eğer bira içmeye devam edersem akşam buluşacağım arkadaşıma ayıp olacaktı, o ayık ben sarhoş şekilde buluşmak istemiyordum, arkadaşımdan ziyade sevgilisi gelirse ona biraz ters olacaktı. o nedenle gündüz biralarını üçüncüden sonra kestirip attım. ayılmam gerekiyordu. yüz metre yürüyüp sahile indim, deniz koyu kıvamda ve bolca dalgalıydı. fotoğrafımı çektim. birinden rica ettim, fotoğrafımı çektirdim. eski makinama müthiş bir film takmıştım ve bu defa umutluydum çıkacak fotoğraflardan.

sıkıldım, çimlere uzandım. arka tarafımda iki tane genç kız oturmuş bira içiyorlardı. yüzlerinden küçük oldukları anlaşılıyordu. çingene kadın geldi, menemenliymiş. iki çocuğu varmış. fotoğrafını çektim, "artiz mi yapacaksın beni," dedi. "gastelere vermeyesin ha müdür," dedi. iki tane gül aldım, hemen anladı niyetimi. "ya almazlarsa," dedi. "benim gönderdiğimi sakın çaktırma, alırlar merak etme!" dedim. tam giderken falıma bakmak istedi, "onu boşver de nolcak bu yalnızlık be abla" dedim. "senin kısmetin kapalı, istersin açayım?" dedi. "ona da para istersin sen şimdi." "abi ayıp ediyorsun ablana, arsızlık mı ettim sana, niye öyle dersin?" "yok estagfurullah," dedim, utandım söylediğimden. "filimci gibi, cillop gibi adamsın, yabana götürme bu gözleri, açtırasın kısmetini," dedi. "boşver," dedim ve gitti. kızlara gülleri verdi. tepkilerini görmedim, bakmadım.

uzanışım yatma şeklini aldı. etrafa bakındım, çok da abes durmuyordu vücudumun aldığı pozisyon. civarda sırnaşmış çiftler vardı, onlar da uzanmışlardı. hem beni tanıyan da yoktu. ayaklarımın ayakkabılar içinde haşlandığını hissedip ayaklarımı feraha kavuşturdum, bir türlü beceremiyordum parmakarası terliklerden giymeyi, keşke yakışıyor olsalardı da rahatlıkla giyebilseydim. en azından haftaiçi kavrulan ayaklarım haftasonu rahat ederlerdi. ayılmam için beş dakikacık bile olsa uyumam lazımdı, evet evet beş dakika yetecekti. çantamı nolur nolmaz diye kolumun altına alıp iyice uyku moduna geçtim. herhangi bir serseriden hiçbir farkım kalmamıştı korkarım. aylaklığı tavana vurdurmuştum, fırlatmıştım tavana ve yapışıp kalmıştı orda. sırtüstü uzandığım çimlerden bulutları izledim biraz, gözlerimin kapanmasını bekledim. çok seviyor ve bir o kadar da ihmal ediyordum göğe bakmayı. orası ayrı bir dünyaydı.

uyumuşum. güneş yükselmiş, bi uyandım terlemişim, güneş gözlerime akın etmiş, köpeğin biri kolumu yalıyor. "huoooyt" çektim kendi kendime, köpek kaçtı. hemen çantamı yokladım, duruyordu. kızlar gitmişlerdi. çişim gelmişti. ayakkabılarıma yöneldim, ki yoklar. etrafa bakındım, köpek mi aldı acaba dedim, hakkaten yoklardı ortalıkta. beni bırakıp nereye gidebilirlerdi ki bir başlarına. fazla uzaklaşmış olabilirler miydi, belki de bornova'ya filan. hasssikkkktrii dedim. çalınma ihtimali geldi danaburnu gibi olan başparmağımın üstüne kondu. kışşt, dedim gitmedi bu ihtimal. vay omono koyom, dedim. harbiden de çalınmışlardı. zaten eskimişlerdi eski olmalarına da, ben ne yapacaktım şimdi ayakkabısız terliksiz izmir'in göbeğinde, entel çantalı halimle. işte o an ayıldığımı anladım, ama uyumak mı yoksa ayakkabıları çaldırmak mı ayıltmıştı beni, orasını tam ayırt edemedim. gelecek olan arkadaşıma bir çift ayakkabı mı sipariş etseydim, napsaydım. havanın kararmasını mı beklemeliydim. en yakın ayakkabıcıya nerden baksan ikiyüz metre vardı ve tam da gençliğin arasından geçip gitmem gerekiyordu. dünyanın en cool insanının düştüğü hale baktı. çükümün coolu. evet kozmopolit bir yerdeydim, alsancak sokakları, barlardaki insanlar yalınayak bir adamı kaldırabilecek metanettelerdi ama ya fabrikadan biri görseydi beni o sırada, bu durumun muhtemel açıklamaları neler olabilirdi. yoksa bu durum parmakarası terlik almam için yunan tanrıları tarafından bir gönderge miydi, etrafa göz süzerek yavaşça doğruldum, üstümü başımı silkeledim. çantamı koluma takıp en yakın ayakkabıcıya yöneldim. komiktim.

durumu anımsatan iki öykümü ilave ediyorum:

Şıpıdık Terlik Meseli’ne Dair Bir Masal

Tarih sayfasının yeni açılmaya başlandığı antika çağlarda, Mylasa kentinde bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Babası, sertliğiyle nam salan Çatıkkaş Tristan, annesi ise cihan yandı Jennifer Sultan imiş. Çocuk da gürbüz mü gürbüz, endamlı mı endamlı, yakışıklı mı yakışıklı imiş ama gene de on yaşına kadar kendisine konulacak isim bulunamamış -ta ki beyzademiz namına en yaraşır ismi kendisi bulana dek-.

Hikâyesinin ilk çağlarındaki İsimsiz Bey’imiz, avlanmaya pek meraklı imiş, elinde kendi imalatı olan çifte su verilmiş çift kırmalıyla sabahtan akşama kadar, o dağ senin bu dağ benim dolaşırmış. Zavallı bir ava her rastlayışında avının elinden kurtulamayacağının bilincinde olmasının verdiği rahatlıkla isterik kahkahalara bürünecekken ağzından sadece ‘ha’ sesi çıkarmış, sonra ateşlermiş silahını ve ortalık ‘kan’ gölüne dönermiş, adı da böylelikle ‘hakan’ olmuş. Kendi adını kendisi koymuş-muş, bırakalım öyle kalsın-mış. Buluğ çağına girdiğinde birden bir vahiy gelmiş, gözleri parlamış ve ‘ben Türk’üm, ben Türk’üm’ nidalarıyla ortalığı kasıp kavurmuş. Tarihteki ilk Türk kendisidir, üstelik anadan doğma değil kendiliğinden olmadır.

Gün günü takip etmiş, Hakan Bey’imiz büyümüş. Büyürken babası onu hayatı öğrenmesi için bazı işlere yollamış, yaptığı işler arasında kronolojik sırayla traktör tamirciliği, bakkallık, oto yedek parça satıcılığı, halıcı yamaklığı, yat rehberliği, servis elemanlığı gibi işler de varmış. Hayatı öğrenmiş, insanları öğrenmiş, çok affedersiniz bambaşka şeyleri de öğrenmiş ve en sonunda kahramanca savaşlar neticesinde Karya Uygarlığı’nın Beyi olmuş, memleket tutkusu ve ayrıca Türk olmasının verdiği kudretten milliyetçilik duygusu nedeniyle doğduğu şehre hizmet etmek istemiş ve Mylasa’yı başında bulunduğu uygarlığın başkenti yapmış. Dayısının oğlunu da belediye başkanı olarak atamış.

Zamanın gereği Olympos ve Atina tanrılarıyla iyi geçinmek durumundaymış. Ki Hakan Bey zaten özünde iyi bir adammış. Hatta rivayete göre bir önceki yıl yapılan ‘âlemin en delikanlı kralı’ yarışmasında birinciliği kimseye kaptırmamış, kendisiyle yapılan röportajda verdiği demeçte de ‘delikanlılığı bırakmayacağını’ özellikle vurgulamış. Hakan Bey’in en önemli takıntılarından biri –laf aramızda biraz obsesifmiş kendileri- yumurta topuklu ve sivri burunlu ayakkabı, üstüne İspanyol paça pantolon ve Sadri Alışık -Allah rahmet eylesin- gömleği giymesiymiş. Kendine has bir tarz yaratarak milyonları arkasından sürüklemeye de kararlıymış, ancak siz de bilirsiniz ki -o zamanlar Cemil İpekçi ne arar- diğer antika krallar modayı ellerinde tutarlarmış. Kimse onların da giydiği ‘şıpıdık terlik üstüne sarmalanmış bir peştamal ve kafada taç’ harici bir şey giyemezmiş, herkes tek tipmiş. Hakan Bey’le aralarındaki ilk ve tek ihtilaf da bu sebepten kaynaklanmaktaymış. Diğer krallar, herkesin tek tip olmasını ve fakat kendilerinin sade vatandaşlardan sadece giydikleri şıpıdık terliklerin kaliteleri ve renkleriyle ayırt edilmelerini isterken, Hakan Bey’imiz ‘toplumda oluşan bu tek tip insanların yaşayış tarzları, kapitalist yaşam düzeninin insanlara dayattığı bir biçimdir; sade vatandaş, komprador burjuvaziye boyun eğmemelidir’ felsefesini şiar edinmiş.

Aralarındaki soğuk ve psikolojik savaş devam ederken bir gün Kaf Dağı’nın ardındaki diyarlardan, Zümrüd-ü Anka kuşunun habitatından bir ‘güzel’ çıkmış gelmiş. Bir kaynakta adının Mal Hatun (bu kaynakta daha bilgi verici olsun diye Audrey Hepburn’u andırdığı da not düşülmüştür, ancak görmedik, bilmedik, bir yorum yapamayacağız bu konuda), diğerinde ise Papatya Yüzlü Kelebek Sultan (böyle bir şeyin nasıl olduğu konusunda da bilgimiz yok ama boşuna teşbihte hata olmaz dememişlerdir) olduğu söylenir, ancak adı mevzu-u bahis değil, yaptığı iş önemlidir (ayinesi iştir kişinin…).

Kendisi 1976 basımı Meydan Larousse’a göre tarihteki ilk tüccardır, ancak ne ticareti yaptığı bu ansiklopedide yer almamaktadır. Fakat takdir edersiniz ki bizden bir şey kaçmaz, biz bu hanımın ne ticareti yaptığını da yoğun araştırmalarımız ve kazılarımız neticesinde bulduk çıkardık. Kendisi ‘şıpıdık terlik’ satıcısı imiş, üstelik toptan fiyatına perakende vermekteymiş. Salı günleri kurulan İonya halk pazarında üstüne satıcı tanınmaz-mış, satışta eline su dökecek insan daha anasının karnından doğmamış-mış. İnsanlar bu hatunun güzelliğine kanıp terlik üstüne terlik satın alırlarmış, özellikle Abezan ailesinin erkekleri. Güzel olmasına güzelmiş amma ve lakin güzelliğinden de medet umulmazmış.

O sıralarda elbette Karya Kralı Hakan Bey’in şehirdeki bu güzel’den haberi yok, onun meşgul olduğu daha önemli dertleri, ıstırapları var. Sağ ve sol ayağının başparmağının sol alt tarafının yukarı bakan kısmında çıkan nasırlar. Kralımızın gecesi gündüzü birbirine karışmış, uyku uyuyamaz olmuş. Ne kekik suları, ne kuzukulakları, ne ebegümeciler, ne karahindibalar, ne katırtırnakları, ne müsellim otları derman olmamış derdine. Tabii kral bu durumdayken ona tâbi olan halk tahmin edersiniz ki daha beter durumda. Kralımız acı çektiği, üşüdüğü ve aç olduğu zamanlar tozu dumana katan cinsten biriymiş. Böyle durumlarda yanına yaklaşmamak icap edermiş, aksi takdirde günümüzde bisküvisiz çay saati düşünülemediği gibi kralın hışmına uğramadan kurtulmak da düşünülemezmiş. Ne büyücüler ne cadılar ne üçkâğıtçılar kellelerini kaybetmiş kralın ayaklarındaki nasırları iyileştirmek uğruna. Sanılır ki Orhan Veli Efendi de meşhur şiirini (Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırından çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi …) aslında Hakan Bey’e yazmıştır ancak hışmından korktuğu için ismini Süleyman Efendi diye değiştirmiştir.

Kaf Dağı ve Uzak Diyarlar Güzeli Mal Hatun, kralın ıstırabını duyup huzuruna çıkmak için destur istemiş ve iyileştireceğine dair ant içmiş. Çıkarmışlar bir umut. Kral büyülenmiş ama bozuntuya vermemiş, hatta dili damağı kurumuş güzelliği görünce fakat serde krallık var ne de olsa, çaktırmamış. İçinden bir ‘vay anam’ çekmiş. Hatun kişi, “Bakın kralım, şu elimde görmüş olduğunuz bir çift terlik, sahibi olduğum Şıpıdık firmasının ürettiği, anatomik tabanlı, dört nokta etkisine sahip olan, içinde bilumum polyester, politetrafloretilen, polivinilklorür bileşenlerini içeren, son teknoloji plastik enjeksiyon kalıplama yöntemiyle imal edilen bir çift terliktir, yani alelade bir çift terlik deyip geçmeyiniz, ayıpların en büyüğünü etmiş olursunuz, ayrıca patent kanunu henüz kanun hükmünde kararname olduğundan terliklerin imalatçısının ben olduğumun belirtilmesi ve telif haklarımın çiğnenmemesi için başında mutlaka ‘şıpıdık’ kelimesiyle anılmasını rica edeceğim. Her neyse devletlû efendimiz, lafı uzatmayalım, derdinizin dermanı bu terliklerdedir, aldınız aldınız, almazsanız ömür boyu bu ayaklarınızın ağrısının sebebinin akılsız başınız olduğu paranoyasıyla yaşarsınız. Üstelik sezon sonu olduğu için iki alana bir çift de hediye ediyoruz. Size bir de kral kontenjanından indirim yapıyoruz efendim. Referans içinse Heraklia Uygarlığı Kralı Sararon’a danışabilirsiniz, daha geçen ay iki çift verdim, kendisi olayı abartıp Şıpıdık Terlikleri Uygarlıklar Şubesi açmak için yardım etmemi istedi. Her krala lazım efendim. Bu terlikle her akşam güneş batarken yüz on at boyu yol yürürseniz üç gün sonra hiç bir şeyiniz kalmayacaktır, yalanım varsa suratım şu şıpıdık terlik gibi ikiye ayrılsın, gözlerim başparmağınız gibi olsun. Karar sizin beyzadem,” deyince, Hakan Bey denemekten zarar gelmeyeceğine karar vermiş ve denemiş. Gerçekten de güzeller güzelinin dediği gibi kralın ayakları iyileşmiş, hatta tabiri pek caiz değil ama at nalı gibi olmuş. Çifte atsa bir duvarı yerle bir edeceği söylenirmiş.

Kral bu güzel kadına teşekkür üstüne teşekkür etmiş, “Dile benden ne dilersen,” demiş. Mal Hatun da, “Krallığı bırakmasını; kendisiyle kırlara, bayırlara çıkmasını; şıpıdık terlikleri ayağından hiç çıkarmamasını; deniz manzaralı tek göz bir kulübede geri kalan hayatlarını geçirmek istediğini; çoluk çocuğa karışmak istediğini; bu fani dünyanın dertlerinin kendisini artık çok yorduğunu; krallığın ve diğer koltukların hepsinin fani olduğunu; kefenin cebi olmadığını ve bilumum güzel şeyi; salıncakları, tavuskuşlarını, kurbağaları, renkli deniz balıklarını, papatyaları,” anlatmış.

Kral da bir kelebek ömrü düşünmüş ve teklifin çok cazip olduğuna karar vererek elini eteğini çekmiş tüm dünya işlerinden.

Onlar ermiş muradına, biz inşallah çıkacağız kerevetine.




Yalın Ayak

“Baba bugün dağlar al boyandı,
Kim yattı, kim uyandı,
Gözlerim agam, kalbime ataş düştü,
İçinde yar da yandı,
Gözlerim agam, su serptim ataş sönsün,
Serptiğim su da yandı.”
Kerkük Türküsü, “Baba Bugün Dağlar Yeşil Boyandı”1


Babalar yılmazdı, yıkılmazdı.

Çocuk, bir temmuz sıkıntısının içinde büyüyor. Elinde, güneşin sararttığı, katlanmış katlanmış bir gazete parçasıyla karasineklere sıcak savaş açmış. İçinde savaşların açtığı bir varoşta. Etraf da aynı sıkıntıda. Çocuk, bir taraftan elindeki gazeteye merak salıyor. Okumayı sökeli iki sene olmuş, ve seviyor söküp dikmeyi. Akşam Gazetesi, televizyonda da sıkça gördüğü Cenk Koray ölmemiş, bir köşesi var gazetede ve her gün bir şiir. O gün, ‘Masa Da Masaymış Ha’ var. “Sütünü yumurtasını koydu, pencereden gelen ışığı koydu.” Nasıl olur ki? Allah Allah? “Aklında olup bitenleri koydu.” Kendi masalarına bir göz attı ama anlam yoktu ortalıkta. Hani bir kara kedi vardı ya, görünce saç teli çekilenlerden, onun sırtına binip gitmişti anlam. Bu aralar gelmesi lazımdı yavrularıyla beraber. Bu anlam eksikliğinde şiir, o an, ‘Üç kere üç dokuz ederdi’den ibaretti.

Ne beklenir ki, ağrı diye bildiği şey sadece dişine musallat olmuş o güne kadar. Acı diye bir kelime yok. Kalp sadece bir organ. Dizi mi? O zaten her maç sonrasında kanar babam kanar…

Bulmacayı çözmeye yeltendi, bu ‘sol üst resimdeki sinema oyuncumuz’lar nerde, neler yaparlardı acaba?

Babalar yılmaz, yıkılmaz.

Sandalyeye iyice yayılmış babasının horlamasını duydu, yüzüne baktı. Belli bir ekşilik gördü, hasta eden değil de hasta olan bir görüntüsü vardı sanki. Yüzüne konmaya doğru pike uçuş yapan bir sineği son anda savuşturdu. Vakit de geçmiyordu. Bu sıcakta top da oynanmazdı daha. Kafasında sarı bir ampul yandı, takriben onbir yıl sonra sepya oldu bu görüntünün adı. Akşamüstü çocukları toplayacaktı ve bir çukur kazacaklardı. İçine kovalarla su doldurdun mu, al sana havuzun kralı. Mis gibi, sepserin.

Ama o sırada bir şey oldu. bir şey. bir. şey.

Babalar yıkıl.

Babası sandalyeden düştü bir anda. Çocuk ne olduğunu anlamadı bile. Toprağa yuvarlanıverdi koca adam. Kapak gibi. Sesi bile çıkmadı babanın. ‘Babacık’ olmadı o hiç. Ne yapacağını şaşırdı çocuk. Sesi çıkmadı annesine seslensin. Kan, onun dizinden akan kana hiç benzemiyordu, gömleğe ve pantolona bulaşmış kan. Bu kara bir kan, kırmızı olmaz mıydı hâlbuki?

Annesine koştu, seslenemedi, işaret etti. Annesi zaten koyu kahverengilerden sezdi bir şeyler. Elindeki makarna süzgüsünü öylece fırlatıp dışarı koştu hemen. Koşarak koştu. “Mehmett, Mehmet, n’oldu? kalk Mehmet, kalk!”

Çocuk, yan avludaki komşu herhangi bir amcaya bakarken buldu sesini. Herhangi Bir Amca geldi, her taraf kandı. Kimsenin bu hastalığa bağışıklığı yoktu mahallede. Arabanın bagajına taşıdılar babayı, altına kalın bir çuval koydular kirlenmesin diye Kartal… lar yüksek uçar.

Hastaneye vardılar. Acil. Sıcacık kanlar akmışken babadan, doktorluk, sonradan mı doğuştan mı soğukkanlar saçar etrafa? Mide kanaması… “Hem altından hem üstünden kan boşalmış adamın,” diyor sigara içmeye çıkan refakatçinin biri yanındakine. Anne, kocasının hastaneye kaydını yaptırırken attığı her adımda ayağından bir damla kan bırakıyor. Çocuk o damlaları hatırladıkça hiçbir yerde kaybolmayacak, onları takip edecek hayatı boyunca.

Şimdi hastanenin bahçesinde oturuyor, kardeşi ağlıyor niye ağladığını bilmeden. Olayı duyup hemen hastaneye koşan dayısı çocuğu yanına çağırıyor. Para veriyor, “Oğlum dolmuşa bin, çarşıdan annene terlik al gel hadi.”

Dolmuşta Pari Kojaie2 çalıyor.

1 Türkünün ilk satırı ‘yeşil: al’ şeklinde değiştirilerek kullanılmıştır.
2 İranlı kemani Farid Farjad eseri, “Melek nerdesin?” anlamına gelir.

Hiç yorum yok: