ama arkadaşlar iyidir



28.03.2016

nadiren de olsa inancımı yitirmiyor değilim. ama elbette nadiren, elbet de. ilelebet değil. yazmak da bunun için varsa demek ki. okumaksa bir rastlantıdır artık, demiş şair. bugün köşeyi öyle bir dönüşüm varmış ki, sen hâlâ sarhoşsun, dedi adamın biri, kendi de geceden kalma halbuki. evet belki biraz hissettirmiş olabilirim ama o kadar da değil yani. kendini ihanete uğramış hissediyorsun değil mi, dedi osteopat tanıdığım. sen osteopatsın kendi işine bak, dedim. özgür de, sen kendine ihanet ediyorsun, demişti. hanginize inanayım mına koyim, demedim tabii onlara.

bizim orda meşhur bir yokuş vardır, ortaokulda düşük not aldığım için matematikçi, seni ordan aşağı atarım bak, demişti uyarı niteliğinde. sonra da bi tokat aşketmişti. yalan geceler boyu hep seni düşündüğüm, demedim tabii ona, gönül yazar kime söylemiş bilinmez. her neyse, işte o yokuşa tırmandıktan sonra mezarlığı geçince sağ tarafta adamın birini görürdüm arasıra. ama yokuş daha bitmeden, yokuşun inişinin hemen başında. babam, ben ve eniştem balığa ovaya giderken. balığa da değil belki, hep içmeğe giderken. o külüstürle giderken. ben çok az zamanda kendimi öyle ferah hissetmişimdir. elbette eniştemle başbaşa gittiğimizde muhabbetimin çekilmezliğinden çekingenliğimin ferahlığımın önüne geçtiği zamanlar oldu ama yine de o arabanın içinde kendimi hep sonsuz huzurlu hep sonsuz payidar hissettim. eniştem sarhoş olup üç kuzenimi, halamı ve beni uçuruma yuvarlarken bile. o ovaya giderken sahip olduğum hissi başka bir yerde görmedim, belki atina'da belki stockholm'de belki bologna'da belki eskişehir'de, ama kıyısından geçti gitti hepsi. mutluluk yanınızdan gelip geçti.

allah kadınları güzel olsunlar diye mi yaratdı acaba.

yani işte yokuşun inişindeki adamı anlatacaktım, biz külüstüre binip, eniştem vitesi boşa alıp kontağı kapatıp aşağı boşluğa süzülürken, sağ tarafımızda bir adam görürdük bazen, dağın yamacına bir bahçe yapmış kendine. enişteme sordum, kim bu adam, dedim. yersizin biri, dedi. bizim oralarda yersizlere yersizliği çok görürler, yabancılarlar. karısı osman dayı var ya ona kaçtı, dedi. o da kendini buralara vurdu, dedi. adamın karısı, memleketin toprak ağalarından birine kaçmış bilmemkaçıncı metresi olarak. adam da orda rasgele bulduğu, sahibi belirsiz bir araziyi kendine bahçe bellemiş. arazi derken toplasan yirmi metrekarelik bir yer sadece. domates ekmiş, domates ekilen yer kendini uzaktan da olsa belli eder. belki salatalık da ekmiştir belki biber. ama domates kendini belli eder. oraya gelir, hem ektiği sebzeleri sular hem de şarabını içermiş. ha bir de bir çiçek vardı ama adını bilmiyorum onun, kasımpatı diyeceğim ama değil, ona benziyor kokusu filan. her gidiş gelişte oraya bakardım orda mı acaba diye. o bahçeye ulaşmak için aşması gereken yokuş ise hakkaten yokuştur ve elbette yürüyerek gidip geliyor. belki bir gün biri ona o yolda çarpıp kaçmıştır ha ne dersin.

bugünlerde zihnimde o adamı kuruyorum nedense. ortak nokta bahçe meselesi elbette. en son ne zaman çiçek diktiniz ey ahali? en son ne zaman bir bitkiye su verdiniz? en son ne zaman bir yeşermeyi gözlediniz? bahar geldi diye değil tabii benim bu derdim. dikiş dikip resim yapacakmış gözümün nuru, ondan da değil. organik tarıma ve taş devri diyetine takmış olduğumdan da değil. zehirlendiğimi hissediyorum, sonra annemle yaşadığımız rakı muhabbeti geliyor aklıma o ayrı ama bence bu yediğimiz domatesler beni daha çok zehirliyor. ebru'nun kanseri beni çok zehirliyor. nenemin guatrı beni çok zehirliyor. cenaze günü noldu biliyo musun, nedense her gittiğim cenazede -allah eşi dostu eksik etmesin- köyün fakir gençleri kişi başı elli liraya mezarı kazmış oluyor, biri de tabutu ve meftanın başına çakılacak kazıkları hazır etmiş oluyor. tabii o isimlik olan kazığa -bunun kendine has bir adı olmalı, imame filan mı acaba, bunu bilse bilse ayşe biliyordur- mezarın öleninin adı olarak ne yazılacağı polemik konusu oldu. biri kalem buldu geldi keçelisinden. bana sen okumuş adamsın, dedi köylüler, sen yaz, dediler. sikerim hepinizin mezar taşını, dedim. zaten geceden kalmaydım sabaha karşı babam aradığında. gusl alıp çıktım yola. bundan altı sene önce babaannem de aynı saatlerde ölmüştü ve babam yine aynı saatlerde aramıştı beni, ehliyetim yoktu o zamanlar, emniyet teşkilatında saklıydı emaneten, atlayıp otobüse gitmiştim. bu defa arabayla gittim, ehliyetim vardı ve temkinliydim. anannem de babannem gibi geceden çeşitli bakımları yapılıp uykuya uğurlanmış fakat sabaha karşı bakıcısı olan çocuğu tarafından ölü bulunmuştu. babannem de bakıma muhtaç değildi anannem de. fakat babam anasını yalnız bırakmazdı söylense de sızlansa da, banyosunu ettirir, yemeğini götürür, ilaçlarını içirirdi muhakkak ve dolayısıyla ölümüyle ilk karşılaşan da o olmuştu. annem de anasını yalnız bırakmazdı, banyosunu yaptırır, ot doğramasına yardım ederdi. ikisi de bizim evde oldu bunların.

zaten köye vardığımda zihnim bulanıktı. daha önce babannemi beklettiklerinden, telefonda beni bekletmeyin yıkama için demiştim kardeşime. son kez görmek istemiyordum, son kez gördüğüm sahne aklımdaydı, üzerine artı koymağa gerek yoktu. sonra senin yazın güzeldir deyince komşuları, tekmeledim ortalığı, zira nefes alamıyordum, keşke içmeseydim gecesinde diye duyduğum pişmanlık bir yana nefes alamıyordum. o kovuğunda oynadığım ağaç orada kovuğunu artık kapamış duruyordu, üzerine domates suyu ve zeytinyağı dökülmüş çökelekli kahvaltılarımız orada duruyordu, inek sağarken galvanizli kovaya dalan bızzk bızzkk sesleri duruyordu, dayımın arkasında o eskidendi yazan motosikleti duruyordu, satmadı körolasıca berduşun çıkardığı sövgüsü duruyordu, havuç nasıl koparılır kökünden, duruyordu, bir insanın soyadıyla müsemma olması duruyordu, üç pilliler, köy meydanından ekmekçi geldi nidasıyla tüm köyü sesiyle inletebilen ali dayının çürük dişleri duruyordu, her gün nizami olarak kamyonetiyle süt almağa gelen sütçü sadık'ın verdiği liralar duruyordu, anannemin dedemin mezarının yerini bile bilmemesi duruyordu, dayımın araba teybi duruyordu, rokalar pazılar ıspanaklar salı pazarında kendi adına kaynaklanmış o paslı levha duruyordu, donunun içine lastikle daldırılmış para kesesi duruyordu, yastıkbaşında philips radyosu duruyordu, durdum ben de o esnada. sarı mustafa'nın içip içip için için düştüğü su arklarında sızasım uyuyasım geldi, emir altına girmem ben diye hiçbir baltaya sap olmayıp bahçıvanlıkla meşguliyet hikayelerine dalasım geldi. sikerim hepinizin el yazısını alın yazısını dedim.

rahmetli sarı mustafa, nüfustaki adını beğenmemiş elmas hanım'ın, çok yakınları hariç kimse adını elmas diye bilmezdi. güler, demiş dedem ona. ve dedem diyeli de neredeyse altmış yıl olduğu için neden öyle demiş tam olarak bilen yok. ve evlendikten sonra adı değişmiş anannemin. herkes güler diye bilmiş onu. dayıma sordular ne yazalım diye, dayım cevap vermedi, ikisini de yazın, dedim kendimi küfrettiklerime affettirmek için. ikisini de yazdılar, hem elmas hem güler yazdılar. D. koydular başına, alt satıra inip Ö. yazdılar. sağlı sollu üç çentik açılmış bir ahşap plakaydı. evlendiklerinde dağdaymış evleri, yılanlar su içerdi elimizden derdi. şimdi yılanlar su içiyordur ellerinden.

sonra dedim ki dağlara vurayım yine kendimi kendime. o adam geldi aklıma. arasıra uğradığım bir iki sayfiye yeri var. orada bir köşe kestireyim, toprağının varsıl olduğunu sezdiğim bir yer. şimdi gidip bir arsa alacak değilim. sahipleneyim kendimce üç beş metrekare bir yer. zirai tarım yapacak da değilim. kendimce, hazır bahar gelmişken, hazır bu şehrin bokunu bir süre daha yutacakken, doğanın kendini yenilemeğe adadığı bu zamanlarda birkaç bir şey ekeyim. tohumlar da bozuldu diyorlar, varsın desinler, tohum bozuksa bile toprak onu adam eder, irşad eder belki. toprak benim olmasın ziyanı yok, kovarlarsa da o bitkilerden alsınlar kovanlar. maydanoz, marul, ya da mevsim normalleri neyse işte. ha bi de rakı.