ama arkadaşlar iyidir



21.11.2016

tabii o zamanlar nal topluyordum. millet içinde e harfi olmaksızın aşk şehirleri döşerken sevdiklerine ben şehir şehir geziyordum. bugün dönüp baktığımda, ki arasıra dönüp bakmak lazım mı emin değilim hâlâ. bir insan diyorum nasıl hiç içmez, nasıl dayanır kendine akşamlarca.
ki o zamanlar bi sürü çok güzel şekiller çiziyordu, insanın yetenekli olması gibi yok/yop/yot. ben hiç yetenekli olmadım diye sanıyorum, sanmak ne çare elbette sanmak yetmez. cem karaca'nın şarkılarında çalan bi enstrüman var, adına yaylı tambur diyorlar, tamburam rebab oldu, ciğerim kebab oldu diye türküler filan var hatta. türkü neden türk kelimesini içeriyor ki. en son sait faik demişti sanırsam, -bak yine sanma gafletine düştüm-, "anlaşıldı ben bayrakları değil, insanları seviyorum." sonra bana dönüp şunu dese tam yeriydi, "sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin..." tabii üç nokta ardardayı ihmal etmemeli kişi. üç noktadan fren sıkan bir kelimeler yumağını resimlemek isterdim elbet de ama yeteneğim sınırlı kısıtlı. ve taammüden yazmıyorum.

tabii o zamanlar sal topluyordum. çocukluğum toplamakla geçti. tespih koleksiyonu, çakmak koleksiyonu, kibrit kutusu koleksiyonu, sadece bir bölümü. güzel bir çocuktum, elbet o zamanlar sigara içen bir genç olacağımı kimse tahayyül edebilmiş miydi bilemiyorum. ya da ergenliğinde kendine ingilizce bir nick alacak bir genç olacağımı tahmin etmişler miydi hiç fikrim yok. ama şimdi insan bir çocuğa bakıp da, bu büyünce alkolik olur, diye de fikir yürütmez ki. o zamanlar benim büyüdüğümde ingilizce konuşmayı bırak türkçeyi sökeceğimden bile emin değildi ahali, bu yüzden de babam ilkokul dörtten beşe geçerken sanayiye çırak verdi, yoo, hayıır, hayatı öğreneyim diye. bok var mona koyim hayatı öğretecek. sonra al başını karlı dağlar. sahi, hangimiz gençliğimizde ingilizce nickler seçmedik ki kendimize, bazılarınız hâlâ seçiyor o ayrı mesele, gençliliğiniz bitmek bilmediyse demek ki. kardeşim de en çok ela adını severdi, ama nick olarak tabii hazel'i tercih etti, çünkü dediğim gibi o dönem adettendi. bana da ela yaz dedi zaten, ben de ona, sen de çiz o zaman ella ella, demedim. ağzımı pıçak açmadı. e harfimi kaybettim.

sonra bu haftasonu ebru'nun kırk mevlidini okuttuk. hoca bizi biraz ağlattı. sonra kızdım babama, böyle mevlüt mü okunur, dedim, mani mi söylüyor, dedim. babam da bana kızdı tabii. babasıyla arası iyi olmayan gençlerin alınları çatık mı olurmuş kırışık mı olurmuş, öyle bi şey dediler bana alnım tam da kırışmağa başladığında. bilemiyorum, olabilir, dedim. sonra babamın dairesine gittiğimde, bu çocuk çok can yakacak, diyen kadınları bir arada gördüm bu mevlit törenimizde. hepsinin elini öptüm, hadi artık keşkeğini yiyelim, dediler. tabii insanın keşkeğini yemenin çeşitli olurları var ama bir şey demedim artık. güzel çocuktum, belki haklılardı o zamanlar için. boydan bosdan kaybetmiyor, kepçe kulaklarım ayrı bir aura katıyordu elbet, katıyormuştur yani, şimdi öyle düşünüyorum.

sonra bu haftasonu bin kişiye yemek verdik mevlüdümüzde. benim linkedin ve facebook ve twitter ve diğer sosyal ortamlardaki tanıdıklarımı saymazsam sorumlu olduğum bin kişilik bir aile çevrem var. bin kişiyle düğün bin kişiyle cenaze yaparız, bin kişiyle helalleşir bin kişiyle söyleşiriz. içlerinden bi tanesi de bana yine ben o zamanlar küçükken, bu çocuk büyük adam olacak demişti, kehaneti kendin menkul olan bu teyze bana türkçe çalıştırıyordu bu lafı etdiğinde ilkokul dörtte. kendisi ailemizin o zamanlar ilk ve son öğretmeniydi, sonra kardeşim ikinci ve son oldu. büyük adam da olamadık o ayrı mesele. yine de yemek dağıtırken neler düşündüm neler. belki de ortaüçten liseye geçiş yazında yaptığım işi meslek olarak benimsemeli ve hayatıma bir garson olarak devam etmeliydim. gerçi ben dayanamaz şef garson filan olurdum sonunda, ama keşke garson olarak devam edebilseydim.

buralarda bir kız vardı ankara'da. çalıştığı kafeye barış bıçakçı'nın geldiğini, patronunun arkadaşı olduğunu söylemişti, ne çok imrenmiştim. belki benim çalıştığım kafeye de pedro almodovar gelirdi ha ne dersin. gerçi beni meyhaneye verirdi sanırım hayat, yine bir yerinden kayar giderdim hizmet sektörünün. belki de üstüste ayın eleman'ı seçilirdim ha. eleman ne güzel isim bu arada. özellikle etkisiz olanı. kaygısız olanına zaten laf yok.

önce keşke üç boyutlu düşünebilme yeteneğim olsaydı diye düşündüm. sonra keşke analitik bakış yeteneğim olsaydı diye düşündüm. ama daha sonra keşke çizebilseydim diye düşündüm. bazı kadınlar çok güzel çizmiyorlar mı. ilkokulda benim resimlerimi de annem çizerdi, çünkü resim dersini ciddiye alan bir öğretmenim vardı ve resim dört düşecek diye okul birinciliğinden olmak istemiyordum. ortaokulda da resimlerimi ev arkadaşım çizerdi, çünkü kafama anahtarla vuran bir resim öğretmenim vardı ve resim üç düşecek diye okul birinciliğinden olmak istemiyordum. anahtarla vurdu çünkü bütün insanları aynı boyda çizmişim, belki ben eşitliğe inanıyorum, belki o atasözünü değiştirmek ve beş parmağın beşini bir yapmak için tüm parmaklarımı kestirmeğe hazırım. anlamadı tabii. anahtarı yediğimizle kaldık, resim de dört düştü zaten.

sabun alırken anneler markasına pek dikkat etmeyebiliyor, ya da benim anneler öyle. ben alsam marka ayırt eder ve cebim azıcık para gördü ve ellerim çok kıymetli ya, duru protex dove sebamed hatta sırf ambalajı için le petit marseillais filan derdim. ama bazan kadın isimlerinden oluşuyor sabun markaları. stockholm'de ışıl diye sabun gördüm mesela. türkiye'de idil, selin, ışıl. ve ebru. mutfakta duruyordu. hiç sabunun bitmesinden böylesine korktuğunuz, şişesinden medet umduğunuz olmuş muydu.