ama arkadaşlar iyidir



22.12.2013

mukadderat icabı yayın hayatının sonuna geldiği sezilen, ölüm iyisi olarak tanımlanabilecek günlerini yaşayan bu bloğun açıldığı günlere dair birkaç defter geçti elime yeni evime taşındıktan sonra. bu defterleri açmayı bilerek ötelemiştim içinden çıkacak canavarlarla savaşma gücünü kendimde bulup bulamayacağımdan emin olmadığımdan. ama kaderden kaçılmadığı ve korkunun ecele faydası olmadığı malumumuz. hem, dünyanın, pek çok şeyi ve insanı kaybederken az çoğunu kazandırmaya da devam etmesi bazı şeylerin bitmesini katlanılır kılıyor muhakkak. her neyse, bir daha açmayacağımdan artık iyice emin olduğum bu defterleri açacağım birkaç gün. üç haftadır uyguladığım haftaiçi içmeme kararım bozulacak ama birkaç kadeh rakının bana bu esnada eşlik etmesi kaçınılmaz. kendimin nebil özgentürk tipi müzikli anlatısını yapacağım, ve bunu rahatça ve kendim için yapacağım. kimse kızmayacak çünkü kimseyi yazmayacağım. defterde okuduklarımdan çağrışımlarım bulunacak burada. bu defterlerde 96 yılında başlayan lise hayatımdan bilgisayar destekli yazı ortamına girdiğim 2006'lara kadar bir geçmiş mevcut. sonrasında bu defterleri napacağımsa büyük bir soru işaretinin kilerinde duruyor, bilmiyorum. zor bir karar olacak ama sanırım onları herkes gibi ben de yakmalıyım.

"eski" şehir
"eksik" şehir

başlığıyla açılıyor defter. 04 ekim 2004 tarihinde başlanmış. "pencereden sokağa bakıyorsunuzdur gecenin bitimine doğru... sanki o geçer ceketine sımsıkı sarılmış bir biçimde. ROADS çalıyordur." şeklinde bir alıntı ardından sayfa boş bırakılmış. bu alıntı ekşisözlükten roads başlığının altında yazan bir yazıdan diye hatırlıyorum. 2003 sonunda keşfetmiştim portishead'i. tabii roads, mysterons, ve üzerine bir yazı yazdığım undenied, ve diğerleri. ama 2004 yazı tamamen bu üçlüyle geçmişti. ve bu alıntının benim için önemi büyük, anlamı itibarıyle. tam da beni tarifliyor çünkü. tipik bir büyükşehir anlatısı gibi geliyor bana. fazlasıyla manidar. gençliğin üç nokta yanyanalı yıllarının ifadesi. şu an tek noktalı yaşlarımdayım. herkes üç nokta yanyanalı bir dönemden geçmiş olmalı gibi geliyor bana, ama ısrar etmemeli bu dönemde elbette. bir sonraki şarkıya kadar roads eşlik edecek bize bunu yazarken. ve defter başındaki alıntı. çok güzel anlatmamış mı şarkıyı tariflerken. bunu müslüm gürses'den dinlemeye kalktığımızda şöyle diyecek üstad, "karanlık çökünce sokağınıza, köşede ben varım, unutamazsın." aynı şeyin farklı şekillerde söylenişi. köşede duran bir adam oldum çünkü. hani tarık akan'la gülşen bubikoğlu'nun oynadığı "ah nerede vah nerede" adlı filmde tarık akan karakteri sokakta zemine "seni seviyorum" yazar ya, gülşen bubikoğlu karakteri de pencereden perdeyi kıyılayarak sertçe bakar ve perdeyi sonsuza dek çekmiş gibi kaş çatar, bu sahneyi önemserim ben. erkekleri ikiye ayırırım bu hususta, o yazıyı oraya görünür şekilde yazanlar ve o yazıyı elinde bir mektuba yazıp ha verdim ha vericem diye buruşburuş köşebaşında bekleyenler. geçiyorum.

nazım'a mektupla açılıyor defter. nazım dediğim şair nazım değil, benim liseden arkadaşım makine mühendisi nazım. askerdeydi o sırada ve ben eskişehir'de kötü durumdaydım, laf olsun diye yapılmış ve yıllarca su yüzü görmemiş bir barajdım. yağmur sularının bile iplemediği, sağdan soldan gülerek sızıp giderek içinde birikmeyi reddettiği, kürt çocuklarının bile serinlemeye gelmediği kurumuş bir barajdım eskişehir'deki ilk günlerimde. bu yüzden nazım'a kızıyor ve askerden yolladığı mektuba cevaben defterime yazıyordum. beni yalnız bırakan o değildi aslında, bendim, ama onun haki kamuflajlı yalnızlığınınsa ben farkında değildim. ahmet kaya'nın yüreğim kanıyor'unu büyük meze yapmışım mektubuma. şarkının bütün sözlerini alıntılamışım. hâlâ dinlemem o şarkıyı kolay kolay, dinlersem iyi olmaz bilirim.

7 ekim 2004 tarihli kısa bir giriş: "eskişehir'deyim. bir gazete ilanı beni buraya yönlendirdi. çok değil, daha üç ay öncesine kadar aklımdan bile geçmezdi eskişehir'e geleceğim, dahası yerleşeceğim, üstelik beş seneliğine. alışmaya çalışıyorum" o zamanlar da kurarmışım devrik bolca cümle.

sonra da murathan mungan'ın "tutkunun veronica voss"u başlıklı öyküsünü yazmışım üşenmeden. ruhen orospu olmayı pek güzel anlatır bu öyküsünde. bir sonraki sayfada yine m. mungan'dan "boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti" adlı öyküsünden bir alıntı yapmışım. m. mungan'ın çok iyi bir yeniden yazma ustası olduğunu düşünüyorum, iyi bir öykücü. ve edip cansever var hayatımın büyük bir kesiminde, ve şu alıntı "bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız"

"niye" sorusuna cevap aradığım ve hepsinin cevabı, "işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte" diye biten bir yazı yazmışım.

aralık ayıydı, onikisi gibi hatırlıyorum, defterde buna dair not yok. okuldaydım. sahibini bilmediğim bir numara aradı. bir kız sesi, ağlıyor. ağlayarak konuşuyor. önce yanlış oldu zannettim ama adımı biliyordu ve bana hitaben ağlıyordu. yarım saat kadar sürdü ağlamalı konuşma. rahatlamıştım çünkü konunun öznesi ya da yüklemi ben değildim, ben rahatlamak için anlatılandım sadece. sonrasında gülmeye başladı ve hâlâ kiminle konuştuğum hakkında fikrim yoktu, tek derdim ağlayan bir kadını gülümsetmek olmuştu, bu bir refleksti zaten bende. biraz ferahladığını anlayınca telefonu kapatırken sorabildim ancak, ben kiminle konuştum diye.

senenin son günü idi, şehirdeki tek arkadaşım aradı, otogara ortak bir arkadaşımız gelecekti onu alır mısın diye, onu aldım ve onlara bıraktım. sonra gitmedim yanlarına, içimden gelmiyordu, şarap içerek girdim yeni seneye.

8 ocak 2005'de içinde kill bill izleme hikayesi geçen ve gerçeğe dayanan bir öyküyü yazma girişiminde bulunmuşum. bunu sonradan da bitirmedim diye hatırlıyorum şimdi.

11-12 ocak'ta "dost" adlı uydurma bir öykü yazmışım. sonradan aynı yıl bunu aylak'da yayımlamıştım. ... ahmet arif'in ay karanlık'ından esinlenerek bir şey yazmışım. çok hoşuma giderdi bu şiirini seslendirdiği mp3. "hasretinden prangalar eskittim" kitabını almamak için çok uzun süre direnmiştim nedense. benim için bir kitap ya ilk baskısında alınır keşfedilir ya da alınmaz gibi bir takıntım vardı. onun ilk basımına yetişemeyeceğime göre neden inat ettiysem, huysuzum çünkü. YUMMAYIN GÖZLERİNİZİ ULAN diye de yazmışım büyük harflerle sonra.

ve dönemin en büyük hatıralarından, YÜCE İSA BANA NE YAPTIN BÖYLE. "-işte geldi anne bir kara tren / işte geldi anne bir kara sabah" sonraları bir şair bu şarkının ilk dizesinin türkçeye farklı bir tercümesini şiir kitabına isim yaptı; "bak anne geliyor bir kara tren" diye. bunu kitabı okumadan benden başka anlayan oldu mu bilmiyorum elbette, kitabı okuyup anlamayanlara dokunmuyorum bile. bu sözler "çingeler zamanı" filminde çalan "ederlesi avela" adlı eserden. tam da 2004 yazıydı, aynı filmde olduğu gibi ve olduğu kadar sarhoş olmuş ve onun düştüğü durumlara düşmüştüm. bir daha o kadar kaybetmedim kendimi, yaklaştım ama o kadar değil. bazı filmler bazı şarkılar hayatımızda ayrı dönemlere hitap eder ve bünyenin onu kanıksaması uzun sürer, sonra muhakkak bir yerden sonra etkisi yiter ya, benim dünyamın en uzun gezdirdiğim aksesuarlarından olmuştur bu film. bazı sanatsal değerleri bana ilham verdikleri ölçüde mi değerli buluyorum yoksa onlar mı değerlerini o şekilde hissettiriyorlar bana, her ikisi de, ve bu film üstüne çok içtim çok düşündüm çok yazdım. filmde geçen bazı replikleri not etmişim deftere.

ah müjgan ah'dan alıntılar var sırada. sonra da soruyorum, menekşe gözlerde hiç vefa yok mu? sadri alışık'la da bütünleştiğim dönemler.

ardından not aldığım bazı cep telefonu mesajları var.

sonra da edward said'den meşhur bir alıntı yapmışım: "içindeki hasreti dindir, unutulduğun kent senin değildir." istanbul hasreti had safhada.

6 şubat 2005. izmir'den seslenmişim, şu an çalıştığım işyerinin daha iki ay önceye kadar kaldığım misafirhanesinden. ilk gelişim ve ilk kalışım idi orada. beş sene sonrasında işyerim olacağını biliyordum. bir dizi çekiliyor o sırada seher vakti diye, mesaj atmış menkul kıymetli arkadaşım, "dizide oynamaya başlamışsın." diye o dizideki karakteri bana benzeterek. hemen annemi arayıp soruyorum, anne böyle bi dizi varmış, bu dizideki adamın biri bana benziyormuş, doğru mu diye. o da meğer oğlum çıktı diye izliyormuş diziyi. insanın annesi bile benzetiyorsa gerçekten benziyor mudur, ben hiç benzetemedim halbuki. tabii saçlarım varken benziyormuştuysam. ... tutunamayanlar'ı okuyorum o sıra o misafirhanede. onbeş gün kalmıştım sanırım ve kitabı orada başlayıp orada bitirdim. ve iki üç hafta önce konusu gelince bloğa iliştirdiğim hikayeye orada başlamıştım. üç bölüme ayrılan bu hikayenin ilk episodu defterde duruyor şimdi gözümün önünde.

mart ayı gelmiş. "eğer bir gün bir kadın eli omuzunuza dokunur da 'ne par pas' 'gitme' derse bilin ki bu güzeller güzeli triyandafilis'dir, sen de gitme triyandafilis" ayla kutlu'nun bir novellasından uyarlamaydı sanırım, onu izledim o ara. ne kadar da iyi bir zamanlamaymış, ya da başka bir açıdan bakarsak ne kadar da yangına körükle gitmişim bu filmi izleyerek. hâlâ izlemeyeniniz varsa mutlu bir anında izlesin. ben o dönemler yerli film arayışındayım, tabii internetten indirme, youtube'dan izleme pek mümkün olmadığından zar zor cd bulmaya çalışıyor ve buldukça da kaçırmıyorum. bu film de o arayıştan bana bir sürpriz. defterde bu filme dair alıntının hemen ardından upuzun başka bir alıntı başlıyor, aynı film keşfetme sürecimin başka bir altın portakalı bana, masumiyet'te haluk bilginer'in güven kıraç'la esrar içerken derya alabora'yla hikayesini anlattığı sahne. üşenmedim bu sahneyi durdura durdura tüm konuşmayı yazıya döktüm ve sonra bilgisayara geçirdim. sonrasında aldığım mesajlarla sabitlendi ki bu konuşmanın metni internete ilk benden yayıldı.

18.03.2005 mesajlar. başlıyor. geri alınamayacak bir dönem. mihenk. 14.04.2005 istanbul'dayım. maçka parkı'na çıktık.

pazar gününe rastlayan 19 haziran'da defterin son yazısını yazarak geçen seneyi özetlemişim.

defterin içine iliştirilmiş bir kağıtta arkalı önlü "hayat hipermetroptur" başlıklı bir mektup yazmışım.