ama arkadaşlar iyidir



29.08.2013

bugün yeminimi bozmaya and içtim. dört tane biram vardı dolapta. bir de ta ne zamandan kalma yarım şişe viski. dolabımda genelde farklı tipte içkiler bulundururdum ki biradan kısa bir uzaklaşma anında onlara dokunayım. yine de ağır biracıyımdır. dün çok fena baktı bana dolaptaki biralar. gittim geldim gittim geldim. bugün oralı bile olmadılar, bu defa da onlar naz yaptılar. biraların yetmeme ihtimali vardı ve akşamüstü akşamüstü bira almak için üç-dört km. yol gitmeye hiç takadim yoktu. bira yetmezse de geceye biradan sonra viskiyle devam edemezdim, ederdim de etmeyi tercih etmezdim. bira hep kapanış içkisidir bende. bu nedenle viskiyle başlayıp, iki bardak sonrası birayla devam etmeye karar verdim. bunun yeteceğinden emindim ama yetmezse de viskinin geri kalanıyla idare edebilirdim en kötü ihtimalle. tüm saat, promil, bardak, şişe, müzik, sabah iş incehesaplarını yaptıktan sonra içim rahat bir şekilde başlayabilirdim. bu yeni işimde gece aranma ve çağrılma oranım daha düşük olsa da böyle bir ihtimale karşılık telefon çalarsa, gözüne projektör yemiş tavşan olmamak için psikolojimi de hazırladım, ne de olsa eski fabrikamdan yayılmış olan gece arandığında ayık bulamazsınız ünüm buraya benden önce gelmişti. ve ilk yudumu aldım viskiden. hiç vakit kaybetmeden kanıma karıştı ve bana hükmetmeye başladı. içtiğim içkinin türü ve derecesi hiç fark etmiyor, ilk yudumu aldıktan sonraki kimyam ile üçüncü kadehi/şişeyi içtikten sonraki kimyam aynı oluyor, bunu iyice tecrübe ettim artık. hızla sarhoş oluyor, uzun süre o sarhoşlukta kalıyor, ve sonra uyuyorum. geçenlerde ayık kafayla, içerken dinlediğim şarkıları barındıran bir blog açmaya koyuldum, ancak henüz çok başındayım, biraz dolarsa adresini veririm. dolabımdaki biraların dün bana sitemkar davranmalarının sebebi, ve bu yazıya içkiyi meze edişimin sebebi, uzun süredir takip etmediğim ancak bir vakitler yazılarının hayli dostu olduğum bir blog yazıcısının dün rasgele uğradığım blogunda içkiyi bıraktığını okumuş olmamdır. adam benim gibi biracıydı ve müthiş methiyeler düzerdi biraya, benden müthiş olmasın. ne zaman okusam canım bira çekerdi, ve zaten ya içiyor ya da içmeyi planlamış olurdum onu okurken akşam saatlerinde. sonra sonra onu okudukça daha da canım çekmesin diye okumayı azalttım. sonra da onun başına türlü işler geldi gözucuyla gördüm, kardeşi vefat etti, gencecik, bir kızı sevmeyi başladı, acıdan uzaklaşmak için içkiyi bıraktı. çok tipik bir adama döndü. benim hayatımı görseniz ben de pek atipik bir adam sayılmam, hatta hiç, ufak tefek pürüzlülüklerim vardır benim yaşımdaki erkeklere nazaran, gündüzleri zaten hiç göstermem onları, geceleri de kendi kendime takılırım zaten. sonra da nişanlandı o arkadaş. ben onun kadar yapıcı, onun kadar akıcı, onun kadar edebi bira güzellemesi yapan insan okumadım hiç. karamsar insanları oldum olası sevmedim, acılı insanları da sevmedim, sevemedim ayrılığı. acı insana kafayı yedirtir, bunda ciddiyim, acı çoğunlukla insana biraz biraz kafayı yedirtir, hakiki acı tümden kafayı yedirtir, ama kafayı biraz yiyip de merhaba ben geldim diyen insan, işte onu sevmem. ya tümden gel ya tüme git. ya sev ya terk et. sahi ben acıdan ne anlarım di mi bayım. her neyse, meselemiz içmek. bu ara taşınma arefesinde olduğumdan sıklıkla eski defterlerimi koliliyorum, hayatımı kolaylamaya çalışıyorum, geçmişimi kalaylıyorum, ve içkili blog hayatıma başlangıç zamanlarında en sevdiğim eserlerden olan adalet ağaoğlu'nun bir düğün gecesi romanı ve timur selçuk'un ispanyol meyhanesi şarkısında geçen içmek üzerine olan teğellemeler beni benden alırsan seni sana bırakmam. biliyorum o eski halimden eser yok şimdi, ve çok iyi biliyorum ki ayşe'nin de dediği gibi, değişiyorum ve bu değişme şeklim arkadaşlarımın sevgililerimin analarımın babalarımın dayılarımın hiç hoşuna gitmiyor. elimde değil hâlâ. ve ekledi, üzgünüm leyla. şimdi üzerine daha fazla yorum yapmak istemiyorum ama o sanal içki arkadaşımın, aylarca onu okuyarak içtiğimin farkında olmadan yazan bira dostunun içine girdiği analize ben de gireceğim sanırım ya da girmemle çıkmam bir olacak. ve o adam artık yazmayacak, üstelik belirtmiş de hiç yazar olma hayali kurmadığını.

inanmadım o ayrı mesele ama, bir süredir de bu konuya takılıyorum. bir vakit sevdiğim ve hakikaten şair olan kadının da uzun süredir şiirle ilişiğini kesmiş olması beni düşündürüyor. bazı insanlar gerçekten şair doğmuştur, tipiyle tavırlarıyla smsleriyle mailleriyle twitterıyla facebookuyla her şeyiyle anlarsınız. ama onlar bile bırakıyorlar. otuz yaş üstü yazma veriminin azalmasını başka şeylere yoran bir arkadaşımın bu konuyu açmış olması bile benim için bir kazanç oldu. uzundur düşünüyorum ama yazmıyorum. hatta epey uzundur da kurgusal yazından uzağım. zaten kurgusal yazın, yani öykü ve şiir konusunda kitap hacminde verimlerim olmasına rağmen bu konuda kendimi hiç başarılı saymadım, ben hep neyi iyi yazdımsa blogun eski zamanlarında, msn konuşmalarında, ya da maillerde yazdım. demek ki bendeki de bir hevesmiş, ve ama yapamadığım ya da yapamayacağım şeyler konusunda pes etmekten bugüne kadar hiç utanmadım, çünkü boşa kürek çekmeyi sevmem. bu da bir hevesti oldu bitti derim, ama bu zamana kadar en sevdiğim şiir dergisinin, bunda benim de şiirim çıksa keşke dediğim tek derginin adı da heves'ti, bunu da belirtirim. ziyanı yok, bir kızıl goncaya benzesin dudağın, yeter. ama ben bugün okumayı seviyor olsaydım, yine de gidip de şimdilerde revaçta olan m.ü.e (iletişim) ya da s.s. (sel) okumak yerine (ki ikisini de önyargısız okudum, adlarını google'layanlar beni bulmasın diye kısalttım) gider yine adalet ağaoğlu'nun romanlarını, yiğit bener'i, cemil kavukçu'yu, çok çok daha önemlisi vüs'at bener'i, hakan şenocak'ı, pınar kür'ün bitmeyen aşk romanını, m.mungan'ın eski öykülerini, okumamışsam kesinlikle h. ali toptaş'ı filan okurdum.

evet bugün kendime verdiğim sözü kendim kırdım. bunda çok etkisi olan -ya da bahane ettiğim- -no excuse please- bir noktadan daha bahsedip konuyu kapamak istiyorum. ben insanları gündelik hayatta kapamak ve kapatmak kullananlar olarak ikiye ayırırım. değerli okuyucular benim adım hakan. rahmetli dedemin adı hasan. bir harfle adını almayı kaybettiğim o adamın kişiliğine sahip olmayı fersah fersah kaybettim, bunun farkındayım ama üç yaşıma kadar tanıdığım bir adam hakkında elbette nesnel yargılarım yok. kulaktan dolma bilgilerle idare etmek durumundayım ve bu bilgiler hep müspet, rahmetli babaannemden dinlediklerim hariç. şimdi ben hangisine inanayım, yüz kişinin söylediği şeylere mi, yoksa onunla otuziki sene yastık paylaşan ve ama tek menfi yargılara sahip insan olan babaanneme mi. aynı durum benim için de geçerli olurdu şimdi ölsemdi, facebook'ta arkadaşım olan dörtyüz kişi iyi konuşurdu hakkımda, üç beş kişi de kötü, şimdi siz hangilerine inansaydınız. her neyse, bizim kültürde hâlâ çocukların isimlerine genelde dede ya da nine isimleri konulduğundan, çok muhatap olmadığım, arada bir düğünde seyranda karşılaştığım akrabalar benim adımı hasan zanneder hâlâ, öyle bilir, öyle hitap eder, ben de düzeltmem, çünkü severim, sevinirim. hiç tanımadım diyebileceğim o adamın adıyla anılmak hoşuma gider çünkü onun hakkında duyduğum şeyler hiç de yabana atılır, öylesine geçilir şeyler değildir, soyadımız da aynı olduğundan en azımdan adımla özdeşleşmek, hiç olan bana bir artı değerdir. bugün, ne hikmetse, uzundur yazıştığım alman bir şirketten adıma almanya'dan bir kaolen numunesi geldi, -işçiler buna kaolen demiyorlar elbette, toprağa benzediği için bu tip killi-kumlu malzemeleri toprak kelimesiyle özetliyorlar-, sekreter kargom olduğunu söyleyince işçilerden birinden gidip almasını rica ettim, ne ricası, git al dedim, hemmen abi dedi, üstüne hava tut da tozun dağılsın, böyle gitme idari binaya dedim, hemmen abi dedi. gitti geldi, abi toprak hasan x adına gelmiş, dedi. hakkaten de o alman adam, mailde adımı adresimi gayet nizami yazmış olmama rağmen, kargoyu dedemin adına göndermiş.

ben de içmeyi ve yazmayı bırakan adamların adına toprağı açmaya niyet ettim.