ama arkadaşlar iyidir



16.07.2011

bu neçim hikaye böyle

o zamanlar epey kısa olan saçlarım sağ ve sol önden iki yola ayrılmış, ortasında çalılıklar var, bir bit yolunu kaybetse sağdan mı soldan mı atak yapsam diye karalar bağlar, o derece. kafamın iki dönerli orta yerinde de güller açıyor, bir boşluk hissi hakim. kullandığım kellik ilacı da bir kaşıntı yapıyor ki sormayın gitsin. nereye gitsem elim saçlarımda, kaşındıkça kaşınıyor, ama biliyorum bunun sebebi bir yerden saç gelecek, hani muhtelif bölgenizdeki kılları kestikten sonra tazeleri çıkarken de öyle olur, ordan biliyorum.

o zamanlar temmuz ayının ortalarındayız. imalat sektöründe sınıflanan, türkiye'nin en büyük beşyüz şirketi sıralamasında capital dergisinde kendine yer edinmiş bir ağır sanayi fabrikasında tam zamanlı mühendislik yapıyorum, mühendisliğin yanında zaman zaman yalakalık, zaman zaman politikacılık, zaman zaman amelelik de yaptığım oluyor. yükselmesi an meselesi olan, işletmenin geleceği gözüyle bakılan, geleceği parlak bir zeka timsaliyim. fabrikanın o anki genel müdürünün adıyla anıyor içerdeki diğerleri adımı, geleceğin -atıyorum- cemal süreya'sı diyorlar mesela türk şiirinden örneklersek.

bense daha farklı bir kafadayım. napacağım bu kendimle diyor, kafamı kaşıyorum habire. otuzuma merdiven dayamışım, hatta o senenin bir sonraki senesinde otuzu kırka bağlayan yaşlardan gün almaya başlayacağım, kafam da hayli karışık. yirmiiki yaşımdan beri düşündüğüm işler hiç de düşündüğüm gibi ilerlememiş, üstelik aradan sekiz sene geçmiş. dünya tarihine bakıyorum, pek çok büyük şair yirmibeşinde ilk şiir kitabını çıkarmış, ben otuzumda olmama rağmen herhangi bir dayalı taşım yok. pek çok büyük müzisyen daha yirmiyedisinde ununu eleyip eleğe asmış ve otuzuna varmadan çekmiş gitmiş, bense hâlâ ne yapsam diye düşünmekle meşgulum. pek çok insan otuzunda iki çocuk, hadi bilemedin bir çocuk sahibi olmuş, onun geleceğini hazırlamakla meşgul, hatta öyle bilinçliler ki bu yaşlarda sünnet yaptırırsak freud icabı çocukta ilerde cinsel ve bunun getirdiği psikolojik sorunlar peydah oluyor, diye düşünüp hareket ediyorlar, ama ben hâlâ boşa akıtıyorum menilerimi. ve kafam kaşınıyor, allahtan fazla beyazım yok diyerek teselli buluyorum.

o zamanlar böyle geçiriyorum günleri. kadınlarla başım dertte. yirmiikimde zaman kaybetmeden mezun olmuşum üniversitemden bok var gibi, sonrasında akademiye girmişim, bir altı yıl orda zaman kaybetmişim, sonra da o anlar çalıştığım, şimdi anlattığım işime girmişim. işe girerken, bende adettendir, diye şehir değiştirmişim. şehir değiştirmek hayatımdaki ortalama dört yıllık bunalım periyoduma geri döndürmüş beni. ve üstüne üstlük, gündüz vakti içip gidip beş senelik yüksek tazminatlı bir sözleşmeye imza atmışım. sırf kendimi bağlamak istedim belki de. ve şu anlattığım zamanlarda bu sözleşmeden geriye üç yıllık bir çile kalmış. askerliğimi bitireli bir sene olmuş ve daha o günün bugününde rüyama komutanlarım girmiş, yine, saksı gibi ne duruyorsun, demiş, diyememişim ki ben durmakla meşhurum. emredersiniz komutanım, dışında ağızlardan ses çıkarmak zor.

o zamanlar fabrikada üretimle ilgili problemlerle ilgileniyorum. ki üretim demek problem demek. istatistiklere göre günde onbir kilometre yol katediyorum. yürüdüğüm ortamdaki hava sıcaklığı geçtiğimiz haftasında yetmişdört derece santigrat ölçülmüş, işletmemiz tarafından yoğun mineral kaybına takviye amaçlı olarak günde iki kez soda dağıtılıyor. sıcağın verdiği bunaltıyla gerçekleşen yanmalar parmak kopmaları ve kan-gövde davaları da cabası. işçisini seven şef işçisine kola, fanta ne bulursa dağıtıyor.

ve yine sarhoş olduğumu düşündüğüm bir an peder beyimle bir sözleşme yapıp yeni işyerimin bulunduğu il merkezinden bir ev satın alma gafletinde bulunmuşum. neymiş de, lojmanda kalırmışım, giderim olmazmış, evi kiraya verirmişim, kira ve maaşımdan arttırdığımla da krediyi ödermişim. evcil bir insanım ya, buna kanmış olabilirim, ya da bana bir şeyler içirmiş olmalı. bunu kabul ettim, sağolsun kiracı kirasını sektirmiyor, maaşımdan da bir şeyler kalıyor. ama lojman? nasıl bir yer,.. organize sanayi bölgesinde, akşamüzeri saat altıdan sonra tek alışverişin karşıdaki benzin istasyonundan yapılabildiği, üç katlı, üst katlarda evli çiftlerin oturduğu daireler, ve alt katta bekar stüdyo daireleri. en yakın şehir merkezine otuz kilometre. ve düşünün ki ben o zamanlar ehliyetimi alkollu araç kullanmaktan ikinci kez emniyet mensuplarına teslim etmişim.

nitekim zor zamanlarmış o zamanlar, şimdi hatırlıyorum da. bunların üzerinde zemin bulduğu o yılın temmuz ayı orada bulunduğum ikinci yılın tam da dönümü. iki sene öncesinde birini itmişim hayatımdan, düşmüş, iflah da olmazmış zaten. geçen senesinde ise biriyle saatlerde konuşmuşum. ona gitme diyememişim. beklerim de diyememişim. sadece, demişim, ben ellili yaşlarımda anlatmak için yaşamıyor olmayı dilerdim bunları, demişim, ama şu an yaşadıklarımız sadece ellili yaşlarımda bir hoş hatıra olarak hafızama kazınsın diye yaşanıyormuş gibi hissediliyor, demişim, ve gitmiş. bu senesinde ise bir sürpriz doğmuş temmuzun.

o zamanlar o fabrikaya gelen torpilli stajerler de lojmanda kalma hakkına sahiptir. ama bir kızın o lojmanda kalması, stajı bittikten sonra akıl ruh sağlığı yerinde ayrılması pek mümkün değiltir. ve bir kız gelmiş annesi ve kız kardeşiyle beraber. ben otuz yaşındayım. stajer kız biraz gecikmiş okullulardan, yirmibeş yaşında, kız kardeşi ise onyedi. anneleri de çakır gözlü, şişman, bildiğin bizim anne tipinde, ananne olmaya belki yirmisinden beri aday. küçük kız çok güzel, yirmisinde yirmibirinde gösteriyor. öyle bir yüzü var ki değme dünya güzellerine taş çıkartır. poposu biraz büyük ama ziyanı yok ayak bilekleri ince olduktan sonra. ben o zamanlar dudakların insan hayatındaki yerine yeni yeni hakim oluyorum ve o küçük kızın dudaklarında belli ki hayat var, o derece kendiliğinden kımız ve kırmızı. büyük kız ise tam bir tarz sahibi, çenesinde ve kaşlarında piercing'ler, öyle bir fabrikada tüm fabrikaya meydan okumak gibi bu, hele öyle bir lojmanda dedikoduya sms yollamak gibi bir şey bu. ki o dövmeleri gören sivrisinekler içtimaya duruyor, o derece tarz. ikisi de birbirinden güzel. ama küçük kız daha bir ilgimi çekiyor. normalde lojman ahalisiyle sadece epey bir günaydınım ve iyi akşamlarım var. ama onlar geldikten sonra lojmanın havası değişiyor, yıllardır kurumuş kenardaki kuyunun suyu canlanıyor, yavrulama zamanını yeni geçmiş serçeler tekrar yumurtluyor.

büyük kız hergün stajına gidiyor, küçükse mütevazi lojmanda dairesinde annesiyle beraber kah internet başında kah dışarda diğer mühendis evhanımlarıyla sohbet ederek günlerini geçiriyor. onlara sorduğumda, bir aylığına staj için şehir merkezinde kiralık ev bulamadıklarını, o yüzden lojmanda kalmak istediklerini, ama buranın böyle bir yer olduğunu bilseler böyle bir şeye yeltenmeyecektiklerini, söylediler. ben de zamanla alışacaklarını onlara hatırlattım.

akşam mesai çıkışlarında bir şey beni onlarla lojman bahçesindeki piknik bankında oturmaya çekiyor. normalde dairesinden sadece iş saatlerinde çıkan benim gibi biri için ahaliyle akşamları bahçede muhabbet etmek, bu bir şeye benzetilesi bir şey değil. ama yapıyorum, o iki güzellik, özellikle küçük olanı, beni bakmalarıyla öyle bir çekiyor ki, elim ayağım şaşırıyor. ki bu konularda hakkaten şapşalımdır ilk zamanlarda.

o zamanlar benim de değişik bir yaşantım var işte. her gün içmeyi adet edinmişim kendime. arasıra yaramazlık yapıp barlarda kadınlarla tanışıyor, onlarla sonu gelmeyecek ilişkilere giriyor, sonra yine bara gidip o kadını barda bekliyorum. haftaiçi gecelere kadar işime sarılıp kendimi yoruyor da yoruyorum. kitap filan okumuyorum. yazı da yazamıyorum. bir acaip zamanlar o zamanlar. o geri gelecek mi diye bekliyorum, gemiyle gemilerle falan uğraşıyor, bir şeylere çok nadiren kafa yoruyorum. bir ay boyunca ehliyetimi geri almak için sürücü davranışlarını geliştirme eğitimine gitmişim, ordaki tiplere baka baka kararmışım, bu eğitim beni alkollu araç kullanmaktan uzaklaştırmak yerine iyice alkoliğim tribine kaptırmış. kursa katılanlar olarak hepimize alkolik olduğumuz belletilmiş ve kurtulma ihtimalimizin yüzde bir olduğuna da inandırılıp, nasılsa kurtulamayacağız deyip, yada ben kurtulmayayım o kurtulsun deyip doksandokuzumuz kendini o bir kişiye feda ederek, içmeye devam etmişiz. neler de neler. babam tipi bir yaklaşımla hayattaki her şeyin insan için olduğuna iyice emin olduğum zamanlar o senenin temmuz zamanları. ben otuz yaşındayken.

küçük kızla aramda onüç yaş var. bu benim vicdanımı yoran bir şey. geleneksel bir bakış açısıyla büyütülmüşüm ve bu yaş farkı bana acaip geliyor. bunu kendisine söylediğimde, bu onyedi yaşındaki kızın bana dediği ne olsa, aşkın yaşı yoktur ki. lojmanın merdivenlerinde başbaşa oturuyoruz. arasıra eve uğramam lazım deyip daireme girip iki yudum içip geri geliyorum, daha rahat konuşabileyim diye. ablası ilk zamanlar biraz soğuk, dışarı bahçeye pek çıkmıyor. ben de bu sırada her gece küçük kızla merdivende oturup, diğer komşu evablaların bakışlarına aldırmayıp konuşuyorum. onu dinliyorum. çok çekiyor beni ama diyorum bir türlü, o onyedi ben otuz. pınar kür'ün 'büyük aşk'ında vardı sanki diye kendimi ikna etmeye de çabalıyorum. aklıma hatta beni bu kitapla tanıştıran elif geliyor, hâlâ okuyor mudur hikâyelerimi diyorum. taa o zamanlar, düşünsene.

küçük kızın çok güzel tokası yere düşüyor, alıyor ve geri vermiyorum. toka önemli bir aksesuar değil mi ama kadında, ben ki firketeye şiir yazmışım o zamanlar.

sonra sonra büyük kız, kardeşiyle ben otururken yanımıza gelmeye başlıyor. ben ki, bir akşam küçük kızla oturmadan evvelinde çok ama hakkaten çok içmişim, ve onun beni beklediği merdivene uğramadan edememişim. uğradığımda ablasıyla oturduklarını görmüşüm. o zamanlarda bir akşam işte bu, sonra ben bir konuşmuş, bir anlatmışım ki ablası da küçük kız da gülmekten kırılmışlar, ve o kaç zamandır sustuğum günlere şaşmışlar.

ertesi gün büyük kız yanımızdan ayrılmaz olmuş. bana bakar bakar bakar olmuş. sonra ben hissetmişim ki bana vurgundur. ben küçük kıza, küçük kız bana, ablası bana.

Hiç yorum yok: