ama arkadaşlar iyidir



12.06.2020


Aralık 03, 2008

onuncu köy

yaklaşık ikibuçuk senedir blog alemindeyim. ilk zamanlar çok özenirdim, "mim"lenmeye. hiç mimlenmemiştim, bundan sonra da istemem herhalde. her neyse, bunları yazmaya teşvik ettiği için bir taraftan teşekkür ettiğim "pisikopati" arkadaşım beni "en sevdiğim 10 yer" konusuna davet etmiş. dünden beri düşünüyorum, hayır en sevdiğim on yeri değil, yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. şimdi de en sevdiğim on yeri, önem sırası gözetmeksizin, aklıma geliş sırasına göre yazmayı deneyeyim.

ev kavramını konudan dışarı çıkaramayacağım maalesef, yani evcil bir insan mıyım bilmiyorum, ihtimal öyleyim, ama bu ev sevgisi evcillikten değil de, yaşadığım, kaldığım, içinde büyüdüğüm evlerin üzerimde bıraktıkları izlerden kaynaklanıyor. sevdiğim evleri sıralamaya kalkarsam on maddeyi doldurur sanırım.

ilk sırada doğduğum büyüdüğüm ev var. yirmidokuz senelik bir yapı. bizimkiler evlenip oraya yerleşmiş ve hâlâ oradalar. müstakil, iki katlı. kendimi bildim bileli alt katta kiracılar oturur. çocukluğumda leyla yengeyle hasan amca otururlardı, emirdağlı. ve her kiracı nerden baksan yedi sekiz sene oturur öyle çıkar, o yüzden akraba gibi oluruz onlarla. övünürüm ben bu evle, her ne kadar son on altı senedir arada bir girip çıksam da aynı avlunun aynı çevrenin zamanla değişimini irdelemek. tarlaların sokaklara dönüşmesini gözlemek. çakalların tilkilerin gelinciklerin dağlara zoraki geri çekilişini görmek. çamurun sahadan temizlenişine, asfaltın dünyayı dümdüz sıradan bir yer haline getirişine birebir tanık olmak... bu evin bulunduğu mahalle, mesela o ilçede hâlâ yapay bir çocuk parkına sahip olmayan nadir yerlerden biridir. sokakları hâlâ asfaltlanamamıştır, kışın ayakkabılarınız çamura bürünür, sokaktan lüks bir araba geçtiğinde çocuklar hâlâ arkasından koşar, köpekler yoldan geçen bir arabanın peşinden hâlâ koşarlar, yazın çocuklar sivrisinek ilaçlayıcısı mazot arabalarının peşinden hâlâ düşerler. kentleşme ve yozlaşma muhakkak ki buraya da uğramıştır, televizyon elbette bu mahalleye de girmiştir, hatta hayıtlı olan adı bile cumhuriyet olmuştur, ama yanıkkuyu mevkii ya da yayla sokak durmaktadır. adreslerde 'x apartmanı' yazmaz mesela. nasıl ki tarihsel gerçekler içinde geçtiği çağlarla birlikte değerlendirilirse bu ev de içinde büyüdüğü mahalleyle ve komşularıyla değerlendirilmelidir. evi tarif etmeye pek lüzum yok, ne de olsa seksenlerde hepimiz benzeri evlerde büyüdük, ekstra bir özelliği de yok, ama doğduğum zamanlar ebe kavramı hayattaydı, ve ben o evde bir ebe yardımıyla doğdum, deprem filan olmazsa bakarsınız oralarda bir yerde devam ederim. mühimdir bu ev, hemen bitişiğindeki tek katlı babaanne evi, ve onun hemen bitişiğindeki iki katlı hala eviyle. sobası, bahçesinde tavukları, her yeri dolanan asma çardağı, bahçesindeki rokaları marulları, kayısı limon şeftali portakal erik ayva ağaçları. her bir meyvenin güzel bir insanı temsil ettiğini düşünürüm, güzel insanlar bahçelerde büyür, daldan düşerler.

ikinci evimiz o ilçenin bağlı bulunduğu il merkezinde üç öğrenci olarak kaldığımız büyükçe ve yine sobalı bir evdir. üç küçük velet olarak taşındığımız o evde daha önce bir öykümde bahsettiğim üzere her şeyden üçer adet vardı. bir insanla birlikte yaşamanın zorluklarını, arkadaşlığı, paylaşmayı, küçük bir çocuğun bile olsa hırslarını, düşmanlıklarını, ailesinin etkisiyle bile olsa aklında dolaşan kem düşünce bulutlarını, kompleksleri, yardımı, tasarrufu, çalışmayı, alışveriş yapmayı, fatura ödemeyi, soba yakmayı, bozmayı ve tamir etmeyi, ergenliği, âşık gezmeyi, yani hayatın birazını o evde öğrendim. apartman kavramını, derli toplu sokak kavramını, apartman komşuluğunu. çoraplardan top yapmayı, kağıttan raket yapıp masa tenisi oynamayı, kartondan satranç tahtası yapmayı ve kağıtlara piyon vezir şah fil at yazmayı, çivileri tahtaya çakıp onları oyuncu olarak belleyerek futbol sahası yapmayı, ingilizceyi ve ingilizce mektup yazmayı, günlük yazmayı... oraya her gidişimde önünde geçerim. ve burada özdemir asaf'ın "taşınmak" şiirini okumanın ve o zamanların yadigarı muhsin bey'e selam durmanın da tam sırasıdır.

üçüncü ev olarak pembe boyalı bir evi söyleyebilirim. o ilçenin bir köyündedir. kötü çekilmiş bir fotoğrafını koyabilirim belki buraya. köyün tam merkezinde, köyü ikiye bölen bir yolun tam dönemecinde, mezarlığın alnacında bir ev. sekiz yaşına kadar filan oraya her haftasonu gidip gelmiştim, karşı komşumuzun oğlu deli hasan'ı hatırlıyorum. her bayrama gidişte geçerim önünden, onu görürüm, evlerinin avlu kapılarında durur ve gelen geçene bakar, hep, ordadır hasan. çocukluğumda birlikte oynadığımızı çok iyi biliyorum, benden bir yaş büyük, benim onu hatırladığım kadar o da beni hatırlıyor mudur, bilmiyorum. "naber hasan?" derim her görüşümde, öylece bakar, bir konuşabilsek de anlatsa bana çocukluğumuzu, dedemi. evlerinin önü boyalı direk türküsünü o evden dolayı çok severdim, ibrahim tatlıses'in söylediği biçimiyle. mezarlıkta oynardık hasan'la, onların evi mezarlığa doğrudan bakardı. bir de dedemi hatırlıyorum sanki, avdan gelmiş, ocakta bana kavurma yapıyor. heybesini çıkarmamış sırtından, ispanyol işi çift kırmalıyı duvara dayamış, oğuzhan'ı da çağırmışız, onu da çok severmiş. biliyor musunuz dedemin dünyada en çok sevdiği insan benmişim. o herifi vuracağım.

dördüncü ev, yine aynı ilçenin başka bir köyünden. o ev de hâlâ duruyor, o evde de iki çocuğun doğuşuna tanık oldum. altındaki damda saman parçaları arasında, yine dededen kalma şarap şişelerine sapan sallayarak büyüdüm. farelerin gezintilerini ilk o zaman hissettim. sabah erkenden kalkıp ananneyle inekleri sağmayı, o sütün sağılma sesini, sütçü mehmet sadık'ın her sabah gelişini, ekmekçi ali dayı'nın köy meydanından "ekmekçi geldiiii!" diye bağırıp tüm köye haber salmasının şaşkınlığını, mezarlıktan lale toplamayı, her salı bir sürü kadının bir kamyonet kasasına doluşup zerzevatıyla ilçe pazarına gidişini, pembe boyalı köy okulunu, kuşların canına okuyuşumu -hahah, mustafa kemal havası sezdim kendimde-, ağaç kovuğuna girip kendime hayali bir araba tasarlamayı, zeytin dallarını direksiyon yapmayı, birol'u çetin'i serdal'ı. her bayram uğrarım. bayram bu yüzden sadece bayram değildir. "payton geldi meyhaneye dayandı" türküsünü de buraya çağırabiliriz. kumruların elektrik tellerinde sadece ötmediklerini, aynı zamanda "guguk guk, yağ döktük" şeklinde mırıldadıklarını ve bunun bize birşey anlatmaya çalıştığını da burada öğrendim. "anahtar, mühür, kalp gibi kumru da çoğu zaman bağlılığın sembolüdür." "bizim uslanmaz ruhlarımız / hiç kumrulaşabilir mi? / suskuyla yanyana oturan iki kumru… / iki sevgili yanyana oturarak / uzun süre hiç konuşmadan / yani kumrulaşabilinir mi?"

aklıma gelen bir sonraki ev, beşinci ev, selim’in evidir. dalbudak sokak, filiz apt., kat beş, beşiktaş. burası da çok sevdiğim bir yerdir. hâlâ durur. ben yıldız'dan aşağı kitaplarımı koltuğumun altına sokmuş denize doğru kıvrılırken ilk uğrak yerim orasıdır. nazım da oraya gelir, hasan'la bahadır da, eğer gelirlerse. biz yurttayızdır, selim şanslıdır, eve çıkabilmiştir, hem de tek başına. hem de beşiktaş'ın göbeğinde. mükemmel. okuldan çıkarım, belki termo dersinden, belki malzeme, belki seçmeli türk müziği, saat dört beş sularıdır öğleden sonra. selim'e uğrarım, o hazırlık okuyordur, o yüzden erken çıkar hep. kapı otomatiği çalışmaz, zile basarım anahtarı atar yukarıdan. "ekmek al olum." annem anlatırdı, küçükken koptum mu fatih'in yanına gidermişim. üniversitede yurttayken de koptum mu selim'e giderdim. evde ne varsa bitmiş vaziyettedir. star tv'de türk filmi saatidir o saatler, ölesiye izlerim, malihulyalara dalarım. çay yaparız, "hadi bugün de kahvaltı yapalım." o yılların en değerli evidir orası, tüm zamanların da ilk onuna girer gördüğünüz gibi.

altıncı evimiz yine beşiktaş'ta, ilk çıktığım evdir, maalesef sokağının adını hatırlayamayacağım. çırağan tarafında, laz bir emlakçı pezevenk vasıtasıyla kiraladığım yeraltı hücresi, L tipi. amerikan mutfak, içinde yani. insanlara aşağıdan bakmayı orada öğrendim, nemlenmeyi, demlenmeyi, şimdi tamamen unuttuğum ud çalmayı, soğukla haşır neşir olmayı, yalnız kalmayı. nazım eksik olmasın. zoraki bir yurttan çıkışla da olsa o ev sayesinde krallığımı ilan etmiştim işte, üst katta hep boğazlı kazağıyla hatırlayacağım osman, boğaza bakan umumi çatısında içtiğimiz biralar. yatağım tam da apartmanın giriş merdiveninin altındaydı, pencerede perde niyetine sofra bezi. tam karşıda emrah'ın iki kız arkadaşı otururdu biri güzel, hem de ikinci katta. bazen karşı apartmanın büyük pencerelerinden güneş yansımaz mıydı bana da, hemen indirirdim sofra bezini, bakın işte o sayede bunları yiyoruz şimdi bu sofranın üstünde, dünyaya bağdaş kurmuş biçimde. "yalnızca bana ait. bir çöplük. bir masal sayfası. dilâlem çengisi. masallara sığmazdım artık. sofralara neden sonra sığdım." 'yeditepe istanbul' geceleri düzenlerdik her pazartesi, özgür ve bilge de gelirdi, şarap içerdik ucuzundan, buzbağ şarabı şimdiki kadar meşhur ve pahalı değildi. yusuf mu ali mi, bir türlü karar veremezdik, biz aslında ömer'in üniversiteli temsilcileriydik, göğse kazınan D harfi sorulduğunda, dünya'nın d'si diyecek kadar. velhasıl, bir seneye yaklaşan bir krallıktı benimki, duvarları gam, beni nem yıktı.

bir sonraki sevdiğim ev yine beşiktaş'ta, altıntaş sokak'ta idi, sinanpaşa mahallesi, bu defa dördüncü ve son katta, arşa yükselmiştim, yerden göğe kadar da haklıydım, göğe bakmayı da orada ilk kez terennüm ettim. raşit'le birlikte. tabaklarımız, tencerelerimiz, bardaklarımız. üst kattayız diye sevinirken kış geldi, yağmur yağdı. "yağmur erkek çantayı aldığında küçük kağıt parçası da bu çantanın içindedir. ama yağmur kadın çantanın içine başka kağıt parçaları da koymuş, çantayı bunlarla doldurmuştur." kağıt parçaları esas olarak bu evde girdi hayatıma, not almaya ve yazmaya burada başladım diyebilirim. bilgisayar edindim ve müzik dinlemeye de burada. adı müslüm'dü, raşit mi takmıştı, nazım mı, ben mi, hatırlamıyorum. ama açılış parçasını raşit'ten kaynaklı olmak üzere birlikte tayin etmiştik: "gelin olduğun gece". ikinci dönemdeki açılış parçamız da "yeşil gözlerinden muhabbet kaptım" olmuştu, bismillah niyetine, gelsin şişeler. 'küçük ev' adlı bol kedili şirin tekel dükkanını ve kısa ballıca'yı da o evdeyken keşfettim. işçi pazarını, sokaktan elinde teybiyle geçen sanat müziği amcasını da. alt kattaki kahvehaneleri, karşıdaki vücut geliştirme salonu, "fight club" dedim o sokağa, köşesinde kır pidecisiyle, çok kötü. sonra emrah bıraktığı yerden tekrar dahil oldu hayatımıza.

sekizinci ev yine beşiktaş'ta, türkali mah., karakol sokak'ta, m yılmaz apartmanı'ndaki üç no'lu daireydi. giriş katı, asıl yerimizi bulmuştuk emrah'la. giriş katlarıydık çünkü, giriş işte. o zaman giriştik çünkü hayata, allah ne verdiyse. "tamirci muslukçu" o sokakta peydah oldu. doğalgaz denen şeyi yakmayı bir soba vasıtasıyla da olsa orada öğrendik. sait faik'le orada tanıştım, bütün eserleri'ni hediye etti bana. edip cansever'le de. gelen son zamlarla birlikte marmara 34 ani bir atakla bağcı ve buzbağ'ın önüne geçmişti. karşı komşumuz öldüğünde bir ölüye ilk defa kapı gözetleme deliğinden orada bakmıştık. alt katımızda ilk defa kızlar oturmuş ve sertaç geldiğinde yaptığımız udlu alemlerden ilk defa orada rahatsız olunmuştu. takma adla yayımlanan ilk hikâyem oradayken yazdığım bir şeydi. kendi odamı istediğim gibi düzenleme şansına adamakıllı orada sahip olmuştum, ballıca paketlerini biriktirmeye de orada karar vermiştim, sendeki kibritler bendeki sigaralar. evin daimi misafirleri hep aynıydı, özgür ender suphi bilgehan selim tansel nazım. captain black'le de orada tanıştım.

dokuzuncu ev ise nazım'ın evidir, şimdi adını sadece şimdilik unuttuğum bir üst sokakta idi. sokağın köşesinde bir pavyon. ya bende olurduk ya da onda. orda içmenin tadı da ayrıydı, duvarlarının badanasını bizzat ben yaptım. araba teybinden portatif radyoyu, ve karton içine monte edilmiş hoparlör teknolojisini de nazım geliştirdi. marmara 34 tamamen etkisi altına almıştı bizi. oya bora'nın "sevmek zamanı" şarkısı da nazım'ın ısparta'da çektiği bir kasedin içinden çıkarak o evin en büyük sürprizlerinden biri olmuştu. ona hediye ettiğim yuvarlak aptal masa, ve çıkma kırmızı koltuklar. biraz kitsch biraz kıç biraz kıçıkırık biraz kırıkçıkık bir oluşumdu hayatımız.
terk ettim.

"düğüm düğüm bir öykü çocukluğum yüzünden sinüs dalgası biçiminde akıp geçti gözlerimin önünden. belki de yazdıklarımı bir taraftan da karalıyordum. çıkış yolu yok ki." onuncu ev ise bambaşka bir şehirde bambaşka bir mahallede ve sokakta idi. o başka şehirde başka bir apartmanın son katındayım şimdi. yalnızım. tren mezarlığına bakıyorum, her geliş geçişte trenleri görüyorum. küçükken en çok kar görmeyi ve trene binmeyi hayal ederdim, ikisini de yaptım, biraz büyüdükten sonra da en çok tek başıma eve çıkmayı hayal ederdim, bunu da yaptım. şimdi özdemir asaf'ın taşınmak şiirini tekrar okumak sırasıdır. bu ev başka bir bene sahip oldu. başka müzikler çaldı. yeni şarkılar söyledi. yeni fotoğraflar çekti. çekiyor. onbirinci eve çıktığımızda bu onuncu köyden de bahsederim elbet, ama şimdi sıcakken olmaz. sevdiğimi belirteyim yeter.

iki tane onuncu ev var aslında, bir diğeri de acıbadem'de, acıbadem likörü gibi acıbadem kurabiyesi gibi bir ev. onun koridorlarını sevdiğim kadar hiçbir evin koridorlarını sevmedim, oraları dolaşıyorum. kaybolmak işten değil.

en sevdiğim on yer deyince bunlar geldi benim aklıma. pek gezmişliğim görmüşlüğüm yoktur zaten bunlar haricinde, iş icabı çıktığım geziler haricinde. yeni başladık gezmeye. burayı okuyanlar varsa, tek tek isim vermeksizin onlardan ricam kendilerinin de "en sevdiğim on yer" başlığıyla bir güzelleme yapmaları, hiç yazanla yazmayan bir olur mu?

Hiç yorum yok: