ama arkadaşlar iyidir



8.11.2010

bir fırtına tuttu bizi

muhtemelen yaz biterken, bitmeye yakın olmuştur. en azından öyle hatırlıyorum. tam bir tarih verebilmem için cep telefonumda kayıtlı duran mesajlara ya da mail adresime bir göz atmam yeterli, ama buna gerek duymuyorum. bu sırada bilgisayarımdan uzun soluklu bir şarkı açıyorum. öykü yazmayalı, yazmayı bırak tasarlamayalı ne çok olmuş diye durup bir an hayıflanıyorum. sanırım beni bıraktı yazmaya dair yeteneğime olan inancım, ben de onu bıraktım. yok yok yazın bitmesine vardı daha. buraya geleceğini müjdelemişti bana, hatırlamaya çalışıyorum şimdi. ağustos olmalı. aramızdan altı kadar sene geçmişti. o uzak bir yerlerde, arada bir bana ne yaptığından beni özlediğinden haberler bırakarak, ben de ara ara içip içip onu özleme cesareti bulduğumda haberlerine haberlerle karşılık vererek, böyle böyle altı kadar sene. şimdi geliyordu işte rahat rahat, tam da hayatımda kimsecikler yokken, ona açılıp saçılabileceğim bir zamanda. buluştuk, benim içimde saatli bir kule vardı buluştuğumuz sırada. yaşlanmış olacağından, onu yaşlanmış görmekten korkuyordum. korktuğum başıma gelmedi.

bu sırada içinde bulunduğum odadaki ışığı kapayıp sarı ampullü masa lambasını yakıyorum, o beyaz ışıktan nefret eder, ben de sevmem, loşluk, hay aksi aklıma geldi şimdi, tüy hafifliğindeki sarı ışık benzetmesi, ben bunu severim. buluştuk, o kadar zamandan sonra elbette insan elini kolunu ne kadar kullanabileceğini, sarılıp sarılamayacağını bilemiyor, kocaman yanaklarımı yanaklarına değdiriyorum, evet evet saçlarını çok seviyorum. hep hatırladığım giyimiyle karşımda yine, ayağında parmak arası terlikleri, halbuki benim ayakkabılarım bağcıklı ve aramızdaki tek ama büsbüyük engel bu.

bir süre yürüyoruz. yürürken konuşmaktan hoşlanmıyorum, tedirgin bir yürüyüşe sahibimdir zaten. yemek yemeliyiz, açız, alelade bir yere oturup doygunluk yaşıyoruz, kediler var etrafımızda, aram iyidir yavru kedilerle, büyüklerinden korkarım. fotoğrafını çekiyorum. çünkü biliyorum ki gidecek, ve bir altı seneye daha tahammülü yok bu yaş aralığının, ve gittiğinde fotoğraflarına bakacağım. o gelir gelmez aslında onunla değil de bu teselliyle buluşuyorum. sevmesine seviyor muyum, bilmiyorum. akşam filan oluyor, benim için içki saatleri bunlar, başlıyorum. kahve tiryakisi o, alkol kullanmıyor, hatta bu tarz ortam rahatlatıcılara karşı açık bir tavrı var, öğrendiğimde şaşırmıyorum. bildiğim bir yerlere oturuyoruz, başlıyoruz anlatmaya, rahatım, kaygılarım bir süreliğine dinleniyor sahilde. gülüyor, gülüyoruz. gözlerine bakmaya çalışıyorum, başka bir numaram da yok zaten şu hayatta.

sohbeti bir anda derinleştirebiliyor, bir anda gevşetebiliyoruz. içim yükseliyor baktıkça. gideceğini de biliyorum, ama hemen gitmesin, kendimi tanıtayım istiyorum, beni tanısın ondan sonra nereye giderse gitsin, aradaki altı senede bana olanların beni nasıl bina ettiğini görsün, depremlere dayanıklılığımı bizzat test etsin, çatı katımdaki düğün salonunu görsün, hatta o derece rahat olalım ki orda iki göbek atalım, denize filan bakalım, istiyorum. malum tuvalet ihtiyacından dolayı bira değil cin içiyorum, kafam güzelleşiyor, sayesinde içtikçe melankoliye toslamıyorum.

sahile iniyoruz, uzatıyoruz ayaklarımızı banketten denize doğru. güzellik bu ya, balıkları görebiliyoruz, mutluyuz bildiğin. gökyüzünde ne çok yıldız var diye giren bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. işte benim çağım başlıyor sonra. nağmeler terennümler filan derken gırla gırnatayla gidiyorum. bu kız epey iyi şarkı söylüyor, ki kolay kolay beğenmem kimsenin söyleyişini. iki üç konserlik repertuarı harcıyoruz oracıkta, bis üstüne bis, yarım yamalak sözler. elini tutmaya yeltensem mi bilemiyorum, başka zaman diyorum, bozmak istemiyorum.

üşümek de yok hani, saat olmuş gece iki. kahve içmek istiyor ama açık yer bulmakta zorlanıyoruz. buluyoruz. tekrar sahile düşüyoruz. ben birayla devam ediyorum. şarkılar bizi bırakmıyor. o söylüyor, ben söylüyor. saat dört beş altı oluyor, sabah servisine yetişip işe gidiyorum,

ayakkabılarım bağcıklı.

Hiç yorum yok: