ama arkadaşlar iyidir



6.11.2010

* bir okuyucu mektubundan hareketle.

evet adam orada oturuyordu.

"karışmıştır artık..." neredeyse son iki dakikadır önümdeki kahve fincanını karıştırdığımı fark edince, böyle seslendim kendime.

gecelediğim otelden çıkıp kahvaltımı yaptıktan sonra, okuyamayacağımı bildiğim, bir hevesle aldığım üçü öykü biri şiir kitabını çantama atarak, sigara içmem lazım deyip bir köşebaşına dikildim. çantamdan geceden kalma su şişesini çıkarıp alkolün daralttığı damarlarımı suyla açmaya niyetlendim. suyla sigara içmeyi de severdim. önümden güzel kızların geçme saatleriydi bunlar, emindim, bir sigaralık zaman diliminde birini bekliyor gibi yaparak onlara rahatça bakabilecektim. bu işlek caddeden bu öğle saatinde geçen yüzlerce insanın beni tanıyor olma ihtimali zaten çok düşüktü.

bebek arabasındaki oğlu ve annesiyle ordan geçen iş arkadaşım ebru'nun seslendiğini duydum; "napıyosun bakiim sen burda?" hiç görmediğim ama mesai saatlerimizde yeterince anlatarak meşhur ettiği oğluna baktım, maşallah dedim. henüz benim sevecenlik gösterebileceğim yaşa ermemişti, önce o arabadan inmesi lazımdı bunun için, benim için. "bak amcası, emir de büyüyünce senin gibi piyasa yapacak buralarda," dedi. yalnız olup olmadığımı sordu, saatime bakıyor gibi yaparak, "arkadaşım gelecek, o'nu bekliyorum," dedim. tipik evli çocuklu kadın mesai arkadaşları gibi, "kız mı erkek mi?" dedi imalı bir şekilde. "maalesef erkek," dedim.

iyi günler dileyerek uzaklaştılar. ben de nerde kaldı bu lavuk edasıyla görüşürüzümü diledim. oradan uzaklaşmalı ve onların tavaf bölgesinin dışına çıkmalıydım artık, yoksa arkadaşım beni ekti yalanına sığınmak zorunda kalırdım ve pek inandırıcı olmazdı. elimde boğumlarından kıvırıp küçülterek atmaya çöp kutusu aradığım su şişesinin plastik sesiyle, genellikle oturduğum bir kafeye yöneldim.

önümden güzel kokusu ve kıvırcık saçlarıyla, elinde üniversite hazırlık kitaplarıyla bir kız geçti. öss'ye hazırlanmak için yaşlı duruyordu. içimden, "öğretmensiniz herhalde?" dedim. "nerden bildiniz!" şeklinde şaşırarak konuya açıklık getirmeme fırsat verebilirdi böylelikle. sessiz kalmayı ve kokusunu sürdürmeyi tercih etti.

duvarda asılı menüsünün yazı karakterlerini sevdiğim kafe ionia'ya oturdum. tam olarak adres veremeyeceğim ama kıbrıs şehitleri caddesi'ni kesen sokaklardan biri üstünde. yazıların karakterleri önemlidir benim için. misal trebuchet'yle yazılan cafe ionia'yla verdana'yla yazılan cafe ionia, veya courier'le yazılan bir olur mu hiç, bunlar hep farklı ifadeler taşır.

bunca kitap okuduk, bunca film izledik... şimdi senaryoya göre ne olması gerekir?

adresi verdik, tarihin haftasonu olduğunu okurumuz keşfetmekte zaten zorlanmadı, ve ne oldu dersiniz? heteroseksüel ve sıradan romantik bir hayat peşinde olduğumuza ve yazarımız da erkek olduğuna göre, kendisini merak eden güzel, alımlı, ve zeki dişi okurumuz bir cumartesi günü öğlen saatlerinde yazarımızı ayıkken yakalamak ve merakına görsel bir gem vurmak üzere izmir'in meçhul bir semtinden alsancak'a doğru otobüse kentkartını okutup yola çıktı. yola çıkmadan önce google vasıtasıyla bir miktar tarama yaparak koordinatları belirlemişti zaten. ilgili mekana vararak, etrafta yalnız oturan, ön taraftan hafif kelleşmiş, koyu renk giyim hesabına sahip koca kafalı bir adam aradı gözleri. ilk etapta bulamayınca, tedirginliğin de verdiği ustutuplulukla 'en azından bir çay içeyim, belki gelir' edasıyla sandalyesini çekti. etrafa göz gezdirmeye devam etti. bu sırada komşu kafenin sandalyesinde oturan ve tam da tariflere uyan genç adam onu izliyordu. çay soğudu, kadın bekledi. düşlediği üzere mekanın ekstra bir hüviyeti yoktu, herhangi bir kafeydi. çay bitti ve güzel giyimli güzel kokulu güzel genç kadın hesabı ödeyerek gitti.

genç adam, ileride bir gün bu genç sıfatını kullanamayacak olmanın bilinçaltına yerleşmiş korkusuyla aynı hayatı yaşamayı sürdürdü. boheme yakın, gençliğin hüküm sürdüğü bu ara sokaklarda fink atan, mesai düzeninden ve belli saatlerde tabldot disiplininden bağımsız bu hayat onu imrendiriyordu. kafenin içinde çalan şarkılar, misal o anlık king crimson'dan epitaph onu alıp yurtdışlarına, ne bileyim olur olmaz yerlere götürmeye devam ediyordu. peki, bu hayat, haftasonlarına endeksli, internet bakışlarıyla yaşama körlüğüne sebep olan bu hayat ne kadar daha böyle sürüp gidecek, bu çakmağın gazı ne zaman bitecekti. bu entel bakışmalar ne zaman güneş gözlüğünü takıp karanlığa eyvallah edecek ve yerini saf, iki ve birkaç yıl sonra üç kişilik bir üç oda bir salonda konaklayacaktı.

başka bir haftasonu, artık kışın kendini iyiden iyiye ege mege dinlemeden, ılıman iklimlerin adını kötüye çıkarasıya hissettirdiği, insanların cuma cumartesi akşamları kapalı mekanlara hücum ettiği bir haftasonu öğlesi, cumartesi, adam lahana gibi üstüste giyinmiş, ayaklarının üşümesine engel olamaz bir halde aynı kafenin bahçesinde oturuyor ve yeni aldığı kitapları çay eşliğinde hevesle karıştırıyordu.

vazgeçmiş genç kadının yolu tesadüfen oraya düşmüştü ve aklına adam geldi. nasıl biriydi, o yazıları yazan insanın elleri nasıldı mesela, arkadaşlarıyla buluşmadan önce o sokaktan geçmeye karar verdi.

Hiç yorum yok: