ama arkadaşlar iyidir



31.01.2010

tanrım nerden başlamalıyım. çok heyecanlıyım. tam elli gün sonra çarşıya çıkıyorum ve bu sekiz saatlik çarşı izninin mümkün olduğunca az olmasını istediğim bir bölümünü internet cafede geçireceğim, ve rahmetli dedemin bunu hissetmesinden çekiniyorum. çok garip bir duygu sayın seyirciler. işbirlikçisi olduğum askeri birlikten, üç numara traşlı esmer yüzlü arkadaşlarımla ordu halinde, sabah sekiz içtimasından ve öncesinde birbuçuk saatlik mıntıka eziyetinden sonra, nihayet çıkarken taksiciler kapış kapış adam avlıyorlardı, elbette reddettim. çarşıya yalnız çıkmak için tertiplerime küçük yalanlar uydurmuştum. en azından sekiz saat boyunca kalabalığa karnım toktu, hatta tıkabasaydı. çünkü neredeyse iki aydır her şeyi gruplar halinde yapıyor, tuvalete yatmaya vs. gruplar halinde uygun adım gidip geliyorduk. acemilik adı verilen dünyevi işkence dünyasından kurtulup ordumuzun yüksek rütbeli neferlerinin ve halkımızın 'mehmetçik' adını verdiği usta askerliğe erişince de değişmedi durum. eziyet devam etti. and goes on.

niyetim, pek sevdiğim bloguma askerlikle ilgili herhangi bir şey yazmamaktı ama dayanamadım. elbette hanım okurlarımızın iştahını kaçıracak ya da er okurlarımıza gına getirecek askerliğin detaylarıyla ilgili şeyler yazmayacağım, tabii bunu ne kadar başarabilirsem.

çok heyecanlı olmuştuğumu söylemiş miydim. gece iki dört nöbetinde bile normalde uykuya esir düşmemek için çırpınırdım ama bu gece öyle olmadı. uykunun zerresini düşlemedim, soğuk hava bile kesemedi heyecanımı. bunun sebebi ise heyoo çarşıya çıkıyorum, sivile çıkıyorum, insan göreceğim, kadın yüzü poposu göreceğim, çiğ köfte iskender şöbiyet yiyeceğim gibi bir düşle asla kesişmiyordu. sadece bu duyguyu merak ediyordum. haftanın bir günü, o da belli şartlara bağlı olarak verilen bir izne çıkış hissini merak ediyordum. bu teselli ikramiyesini nasıl değerlendireceğimden ziyade, milli piyango idaresine kendim mi gideceğim yoksa avukatlarımı mı yollayacağım düşüncesiydi beni heyecanlandıran. nitekim çıktım, dolmuşa atladım, allahtan ordumuz beni büyük bir ilimizde değerlendirmeye almıştı ve çarşıya çıktığımda yapacak şey çoktu, ben de interneti çok özlediğimden, internet bir yana müzik dinlemeyi özlediğimden bu cafeye geldim, nihayetinde er/erbaş olarak gidebileceğimiz yerler hayli sınırlandırılmıştı. gerçi asker yasak delmeyi sever, ben de öyle. internet cafeye girmeden önce mp3 varsa diye şart koştum. zaten sabahın dokuzunda ortalığa salıverilmiş binlerce genç askerin yapabileceği çok fazla şey yoktu bir pazar günü. ya kahvehaneye gidip kağıt atacaklar, ya mükellef bir kahvaltı yapacaklar, ya kerhanenin açılmasını bekleyip öğlen içtimasını orda verecekler, ya da internet cafelerin açılmasını bekleyip mesenelerini açıp sevdikleri ya da sevme ihtimali taşıdıkları ile söyleşeceklerdi. büyük bir şehrin kenar bir mahallesinden bir pazar günü salıverildik, ahmet erhan'ın "kenar mahallede bir pazar günü" şiiri geldi aklıma, aklıma neler gelmiyordu ki zaten. aklım başını alıp gitmişti.

dükkanlar kapalıydı. canım bir şey yemek istemiyordu. bir an önce müzik dinlemek istiyordum. nöbet tutarken söylediğim şarkılar türküler hep aynıydı, eskiden bildiğim fakat askerliğin unutturduğu şarkıları hatırlatmak istiyordum kendime ve yüksek yüksek sesle müzik dinlemek. bunun bir rsiki vardı elbet, o da milletin ortasında o şarkıları duyduktan sonra yavaş yavaş çözülmek. ama beni tanıyan yoktu zaten bu şehirde. hem asker dediğin ağlar mına koyim, ağlamayıp napsın. hımm, şimdi uzun dönem askerlik yapan arkadaşlar gelip, "lan yaptığınız topu topu altı ay askerlik, onda da muhallebi çocukluğu yapıyorsunuz" diyebilirler pekala. ben de derim ki, "sen devam et hacı, bana bu kadarı bile yetti." içimde zaman zaman dalgalanan bir millet şuuru vardı, suya düştü gülümüz, ötmüyor bülbülümüz oldu o da.

her neyse, askerliğin insan egosuna bıraktığı bir maraz var. belki de sadece benim egoma vurmuştur bu darbeyi, hatta eminim öyledir. insan zannediyor ki o içerdeyken herkes onu düşünüyor. aslında zannetmiyor, sadece an an böyle düşünme gafletine düşüyor. halbuki, askerdeyken bir erkeğe yapılabilecek en kötü şeyi yapan tertibimin terkeden kız arkadaşının da dediği gibi "oysa dışarda hayat devam ediyor!" herkesin işin gücü var, herkesin dertleri meşguliyetleri var, sen askerdeyken senin de olduğu gibi. o yüzden internete girmediği bir buçuk ay boyunca zannediyor ki kendisine mailler yağdı, ondan haber alamayan herkes onu merak etti, -hayır ben asla böyle düşünmedim, keh- sonra gidip bir bakıyor ki nanik. mail grupları sağolsun.

aslında internete girmeden önce yazmayı düşlediğim o kadar şey vardı ki. nöbet tutarken not aldığım cümleleri de almamışım yanıma. bir de istiflemeyi düzgün yapamadığımı fark ettim. düşündüklerimi hep yatay istifliyorum, e alttan bir şey almaya kalktın mı ya hepsini kaldırıp tekrar yerlerine koyman gerekiyor, ya da üsttekileri kaldırmadan çekmeye çalışırken yıkılıyorlar, sen de aradığını bulamıyorsun, karman çorman oluyor. bazen de tetris oynar gibi istifliyorum, o zaman da zaten asla çözülmüyor düşünceler, hiç yazamıyorsun. o nedenle ne demiş ferdi tayfur, "tebessüm edip de kaçma." ya da "sen de mi leyla!"

ya da ne demiş şair, "saçların tarumar, gözlerinde nem"

o kadar boş/dolu geliyor ki her şey, acilen sigaraya başlamam lazım.

Hiç yorum yok: