ama arkadaşlar iyidir



7.03.2012

"güzel sever diye itham ederler"

iki senedir içinde bulunduğum ve artık mevcut hanesine artı olarak işlendiğimi kabullendiğim bu şehirde bahara çalan bir sıcaklık hakimdi gündüzün. ne var ki mart ayının yedisine işaret eden bu mevsimde havanın birden soğuktan sıcağa girişvermesi bünyeme sahip benzeri hassasiyette kişilerde olduğu gibi bende de basit bir  alınganlık göstermişti. haftasonu güneşin ve güneşin gülüşüne inanarak çıkardığım ayakkabılarım ve çoraplarım aslında buna hazırlıklı ve aldırmaz olduğumu ve hatta meydan okuduğumu gösterişe çevirmemle sonlansa ve ayaklarım o güzelim denizin kıyısındaki kumları iştahla eşelemiş olmaktan büyük bir haz duymuş olsa da böylesi bir burun çekişini bekliyordum. beklemesine bekliyordum ama hayır, asla çağırmamıştım, sadece kerameti kendinden menkul bir seyirdi bu. ben yollar boyunca çimenleri ve denizi seyrederken vücudumdaki hararet boş duracak değildi a. ... hiç mi hiç ziyanı yoktu.

son haftalarda muhtelif gidişatıma son vermek adına almış olduğum kararlar neticesine bünyemin gösterdiği tepki pek alışılageldik değildi, üstelik beklenene ters bir tepki sirayet ettirmiş idi: altlı üstlü dudaklarımı kaplayan uçuklar, yüzümdeki kraterler ve heyelanlar yetmiyormuş gibi traş olduğum bölgelerde özellikle mevzi tutmuş sivilceler, ve nihayetinde böylesi bir akciğerleri zımparalama operasyonu. ... hiç mi hiç ziyanı yoktu. zira benim son zamanlarda can vermeye bile dermanım yoktu.

bugün montumun cebinden bana sigara çıkarmasını istediğim arkadaşım, cebimde tesbihin ne işi olduğunu sordu. ben değil miydim daha birkaç ay önce yine buralarda tesbih kullanan insanlardan nefret ettiğimi söyleyen. son dönemde almış başını yürümüş -şahsım meclisten dışarı- lumpenin daniskası behzat ç. tabiatından aşırdığım bir uyruk da değildi bu, hediyeydi, ve hediyelere sonsuz hürmetim yıllar geçtikçe devam edecekti.

beni "güzel sever diye itham ederler." ithamdır diyemem, diyemem diyememesine ama yine de acıtmaz, geçer.

yoğun bir mesai kavramımın ardından bol çaylı olacağını bildiğim bir akşam için tevazu üstadı daireme hoşbulundum. bu akşam da balkonum olmayacaktı, bunu başından beri biliyordum. üzerimi değişip duşumu aldıktan sonra, dilimlediğim bir elmayı ve yarım limonu çaydanlığa kaynasın için bırakıp, bilgisayarıma bana bu akşam için özel bir şarkı seçmesini rica buyurdum. seçti nihayetinde. bilgisayarımın müzik beğenisine itimadım tamdır. sonra bu şarkıyı dinlerken sözlerinin aslında ne kadar da manidar olduğunu tekrar anlayıp kumsaldaki taşlara, toprağa ve bütün taşlara tekrar biat ettim, ve bir müziğin notalarını tesbihlere taş dizer gibi dizen üstadların şerefine kaldırdım elma dolu çayımı. ve bu serencama şükür edercesine zikrettim sözlerini zımparalanmış kalbime:

"hastayım, yalnızım, seni yanımda sanıp da bahtiyar ölmek isterim
mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden kanıp da bahtiyar ölmek isterim

bir olmaz emelin düşdüm peşine, vuruldum hüsnünün şen güneşine
güzel gözlerinin aşk ateşine yanıp da bahtiyar ölmek isterim

talihin kahrı var her hevesimde, boğulmuş figanlar titrer sesimde
o güzel ismini son nefesimde anıp da bahtiyar ölmek isterim"


birtakım taşların doğal hallerindeki yüzeyleri mattır, doğadan çıkarıldıkları şekilde yani mat hallerindeyken yeterince albenili olmadıklarından ya da içlerindeki asıl cazibeyi göstermek için bu taşların yüzeyleri parlatılarak insanoğluna sunulur. bilinir ki mat durumlar insanın pek dikkatini çekmez, mat kişiler de diğer kişilerin dikkatini çekmez. ben, tahmin edileceği gibi matlıktan hoşlanır ve mat durmak için gayret göstermeden mat bir duruş sergilerim dünyaya karşı. bu, parlak duruşlu kişilerden hoşlanmadığım anlamına gelmez, nitekim bilirim ki her şey zıddıyla kaimdir, lakin kimileri de iddia eder ki var olmakta zorlanan durumlar/kişiler var olabilmek adına zıtlarını seçerler, bu durumu da el insafa ve başka bir bahse bırakmakla beraber, size mat görünen bir nesnenin aslında basit bir işlemle gayet parlak ve gösterişli hale sokulabileceğini anlatmak istiyorum.

mat bir şeyi, mat bir kalbi, mat bir insanı parlatmak için yapılan işlem en basit ve gayet net olarak söylersem zımparalamaya/aşındırmaya dayanır.

ve siz siz olun mat olan bir şeyi, bir kalbi, bir insanı parlatmak için uğraşmayın, zira yaptığınız işlem sonucunda o şey, o kalp, o insan parlayacak olup sizi cezbedecek olsa da nihayetinde epey aşınacaktır.

sonra elmalı çayımın bittiğini fark ettim. sümüklerim balon olmayacaktı bir yarım saatliğine. kukla günleri'ne gideceğimin hayalini kurarak uykuya daldım. uykumda oğlumun adını kahır koyuyoRlardı. nüfustan silmelerini aksi halde onu evlatlıktan reddeceğimi bildirdim. onlar da bana bir kız evlat verdiler, onun adını da mendil koymamışlar mı meğer.

bu ne dünya kardeşim, seven sevene diye bağırarak uyandım, mutlu muydum, sanırım.

Hiç yorum yok: