ama arkadaşlar iyidir



28.10.2010

dedik ki izmir'e -aha istanbul çıkacaktı az kalsın ağzımdan, allah söyletecekti, sürçtürdü, süpürdü [ve biliriz ki onun süpürgesi yoncadandır]- yağmur yağmış. işten erken çıkalım, dedim ahmet'e. ahmet beni kırmaz dinler sağolsun, kırmadı, incitmedi, kırılmadı, açık seçik sizle takılmadı, daralmadı. ahmet de kim biliyor musunuz, hani bazen başıma gelmeyen şeyleri kendim yaşamışım gibi anlatıyorum ya, işte onlar aslında ahmet'in başına gelen şeyler. hani bazen yaşadığım şeyleri başka birinin başına gelmiş gibi anlatıyorum ya, işte onlar aslında ahmet'in üstünden anlattığım şeyler.

benim saat sabah altıdan beri tanık olabildiğim kadarıyla bugün izmir'in bu yöresinde yağmur hiç hız kesmedi, birara geceden kalmış olabileceğini düşündüm, yağmur da bana benzer, çoğunlukla akşamdan geceden kalmış olur. öğleye doğru kendime gelmek için adım attım ki bir baktım hâlâ yağdırmakta mevlam su. şimdi keşke bir pencerenin arkasından yüksek bir kattan yağmuru izleyebiliyor ve cama vuruşlarını hissedebiliyor olsaydık. sahi ıslanmaktan nasıl korkar hale gelmiş bulunduğumu anlatayım biraz da. hastalık filan derdi taşımıyor insanoğlu beş-onbeş yaş arasında. boylu boyunca çamurlu yağmur suları içinde hoplayıp zıplayabiliyor. hatta ailesi bir süre sonra onu durduramayacağını anlayıp bari naylon çizme alayım da sağlık suları içinde yüzsün veledim diye düşündükten sonra o güvenli sularda yüzmek yok mu, onun zevki. evin sıcak olduğunun bilinci ve dayanağı da var aklın bir köşesinde, gittin mi ısınacağın şart. eline bir ip alıp, ucuna kolpadan bir kancayla çamurlu sulara balık yakalayacağım hayaliyle olta niyetine atıp boş boş büyümeyi beklemeye ne demeli. evrim olsa o sudan balık çıkarırdı bir kez olsun bana, sadece arada sırada kurbağalarla rastlaşırdık elbet, üstümde haklarını ihmal edemem. her ne kadar mevsim geçişleri tanrımız tarafından ihlal edilmiş olsa da çağımızda, bana dokunuyor bunlar. e dünyanın dengesi de oynadıkça, çivisini çıkardıktan sonra kaybedince, bi daha bulamayınca, mevsimler hep değişiyor oluyor. biz de öyle oluyoruz ister istemez. bak daha sözü ay'ın hallerine vardırmadım bile, mevsimlerdeyiz henüz. ay zaten sandalyesinden bi kalkıp eli belinde piste çıkıp oynamaya bi başladı mı, durdur kendini durdurabilirsen, kafası güzel oluyor insanın ister istemez. hele böyle işten gündüz saatlerinde çıkması yok mu, çalışmamış gibi benziyor insan bir şeylere.

yine de üniversiteden dersten çıkmış gibi yapabiliriz gibi geliyor bana hâlâ. umutluyum bu konuda. bunun için vardiyalı sisteme geçmeye bile razıyım, sırf dörtte çıkıp okuldan çıkmışım edası yaşayabilmek için. ama yedide sekizde dokuzda onda çıkınca aynı hissi bulamıyor insan. ben seni tanıyorum bi kere sevgilim, senin ciğerini biliyorum ben, sessiz sedasız açardın gecelerde, biliyorum, benim çok konuşmama izin verirsen bu şekilde laf salatalarına hazır olman gerektiğini de biliyorsun. benim uyuz atlı bir prens çakması olduğumu da biliyorsun, ne kadar da polim yapabileceğimi, kükremiş sel gibi olup bendimi çiğneyip aşabileceğimi de, de de. ama hazır yağmurla karşılaşmışken ve ege'de yağmurun hakikaten başka olması hususiyetine eğilerek, yine de şemsiyeden yana olmadığımı, ilgilerinizi arz ederim sevgilim. fesat olduğum, biraz kesat olduğum, boş baktığım doğru ama yine de kötü bir insan olduğumu söylememeli kimse. ayıp ederler yani. hem bi kere, ben kendimi gülün dibinde buldum yani, bunu unutmamanı ve ilgili sunumunda dikkatleri bu yöne çekmeni rica ediyorum.

bu çocuğun anası babası yok mu arkadaş dedirtmedim malum küçükken, ölçülü ağırbaşlı efendi, içten planlamacı, saman altından suyu ark sistemiyle tasfiye eden, çaktırmadan şehre su veren depoların üstüne tüneyip baykuşları gözetleyen, babaannesini uyutup en çok da yağmur altında pencereden uçup giden biri olsam da, su getir dediklerinde su götürdüm, tavukları yemlemeyi unutmadım, sularını eksik etmedim, üzüm kes dediklerinde üzüm kestim misafirler dalından taze taze yesin güzelleşsin diye. tanımadığım insanların incir ağaçlarından incir çalma girişimlerim oldu elbette ama sırf tanrı kulağıma fısıldayıp ipucunu taa o zamanlardan içime sarkıttığından; mülkiyete inat. zaten ne zaman ağaca çıktıysam yakalandım, sırf sen ağaca çıkıp düşme tehlikesi yaşama diye sevgilim, sen aşağıda bekle, eteğini biraz kaldır, içim zıplasın ah şimdi ağacın üstünde değil altında olmak vardı diye, eteğine kopardığım incirleri yavaşça bırakayım yukardan. o sırada o pezevenk sahibi geldi afedersin ağaçların, inmedim ben de mına koyim, sana dedim sen kaç ben oyalarım, ağaca da çıkamadı, alttan habire dürtükledi kargıyla sopayla, birinde tüfekle geldi işte o zaman kaçtım. sonra akşamüstü oldu sen yanıma geldin mahcup. kızmadım tabii beni bırakıp gittin diye, ben ısrar etmesem yapmazdın biliyorum.

dedim ya izmir'e yağmur yağdı yağıyor yağacak diye, ben bugün çalışmak istemiyorum sevgilim. çıkalım biraz dolaşalım istiyorum. çakmak ıslansın sigara yakamayayım ziyanı yok. paçalarımız ıslansın. boşver boşver. evet evet. paçalarım ıslandı. çakmağım da ıslandı. sigarayı da yakamadım. küfrettim biraz, mazur gör. insanlar kaçıştırıyorlardı. bugün içimden söylediğim şarkıları sayayım mı sana, sabaha mavilim'le başladım. iş arkadaşım eşlik etmeye başlayınca bitirdim mini konserimi. tenhada buluşalım mavilim. sonra şeye geçtim, karadır kaşların ferman yazdırır,.. karşıdan karşıya geçtim.

sonra bizim mahalleye bi çocuk geldi sevgilim. sen bu masalı bilmiyorsun. istanbul'dan geldi çocuk. adı ahmet. biraz tepeden inme oldu tabii mahallemize yapılan bu atama. özellikle ben mahalle reisliğimin zirvesindeyken. sert de bir çocuktu on bir yaşında. orada kalsa büyüdüğünde istanbul piçi olacaktı belli ki. öyle bir geldi ki çocuk. ufak bir müdahaleyle törpüledim elbette, ama sınırları belli ölçüde at oynatmasına izin verdim çünkü çocuğun müthiş bir öyküsü vardı sevgilim. zaten anlatmasını bilmeyen insanların hayatları böyle olur. diğerleri de anlatır. bu çocuk, bir yaşındayken istanbullu zengin bir aileye evlatlık veriliyor bizim ilçeden. fakir bir ailesi var, hatta öyle fakir ki babası annesini para karşılığında başka erkeklere izin veriyor. üç tane de büyük kardeşi var. çocuk orijinal anne babasını tanımadan başka bir ailenin oğlu olarak büyümeye başlıyor. ailenin maddi durumu gayet iyi. gel gör ki, bu iş hep böyle yürümüyor. çocuk onbir yaşında ve erkenden ergenliğe girmek üzereyken, ailesi iflas ediyor. beş parasız kalıyorlar istanbul'da ve o derece ki çocuk öz ailesinin yanına geri gönderiliyor. o sırada öz ailesi bizim mahalleye yerleşiyor bir kira evinde. annesi aynı işi yapıyor hâlâ. çocuk birden kendini fakir bir ailede, sanayide tamirci çıraklığı yapan üç abiyle birlikte, belediyede sezonluk çöpçülük yapan bir babanın yanında buluyor. ve bizim mahallede buluyor. gettonun kenarında. bir banliyömüz eksikti. o sana başta bahsettiğim çamurların içinde, kış çamurlarının, kurbağalı derelerin yanında. naylon çizmeli çocuklarla birlikte. o çocuğun düştüğü kaosa düşmeden düşmüş gibi yapabilir mi insan sence. geçenlerde kuzenlerden birinin düğününde gördüm çocuğu, çok fazla kalmamışlardı bizim mahallede. ben de kalmadım zaten, ortaokula gittim başka şehre. [ortabir kavramını hatırlıyor musun sevgilim] o beni tanıdı, ben onu tanıdım, ahmet abi nasılsın dedi, iyiyim ozan sen nasılsın dedim. eski bir dostumu görmüş gibi hissettim. abisi sanayide dükkan açmıştı, onun yanında çalışıyordu. bir gün uğrayacağımı ve çayını içeceğimi söyledim.

ben insanların çayını içmeyi çok severim sevgilim.

Hiç yorum yok: