ama arkadaşlar iyidir



24.06.2011

her uçağa binişimde aynı şarkı geliyor o kadının güzel sesiyle, bulutların üstünden bıraktım ben kendimi.

ne diyorduk, bugün işe gitmemeyi tercih ettim. kafa toplamaya ihtiyacım vardı. sabahtan bu yana biraz topladım sayılır. çay içmeye ihtiyacım vardı, yaptım. dünyanın ziyaretinde bulunduğum diğer ülkelerinden dönüşte başıma böyle bir toparlanma ihtiyacı hasıl olmuyordu. tanrım cuman mübarek olsun. ama stockholm, isveç, biraz farklı geldi bana. bunda yaz günü temmuzda sen terle ben sileyim, pardon yine türküye aktık, bunda yaz günü haziranda üşümüş olmamın da etkisi var, yok değil. hava durumunu önceden kontrol edip temkinli gitmeme rağmen temkinim yeterli gelmedi ve bol yağmurla karşılaşınca biraz üşüdüm, üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm. sonra kızlar, güzellerdi elbette. erkekler de öyleydi hakkını yememek lazım. stockholm boy ortalaması yüksek bir ilimiz, bunu duymuştuk, yerinde test ettim onayladım, özellikle benim gibi boyu bir yetmişle bir yetmişiki arasında değişen biri için bu önemli bir ayrıntı idi.

çocuklukta pul, bozuk para, vs. biriktirmek adettendir, bilinir. o zamanlar büyük uğraşlarla elime geçmiş olan ve üzerinde sverige yazan bu metalik paralardan birinin geçtiğimiz günlerde cebimde olması ve bunun satın aldığım biranın para üstü olarak bana verilmiş olması, meslek icabı bu metali atomuna kadar biliyor olmam, bunlar hayat.

bir gün gelecek herkes bana hakkımı verecekmiş gibi geliyor. yığınla birikmiş sevgimden dağıtmış olduğum parçalar tam ben ölmek üzereyken tekrar toplanacakmış gibi.

pazar günü iner inmez hostele attım eşyalarımı. orada iş için bulunuyordum ve iş icabı civarda bir hostelde kalmam gerekince civarın en ucuz hostelinin en sekiz yataklı odasını seçtim. eşyaları bırakıp dışarda aldım soluğu. akşamüzeri olmak üzereydi yeni yerel saatler. yeterince yorgun olduğum için hostelden uzaklaşmak istemiyordum, rasgele bir bar kestirdim gözüme ve içeri daldım. tesadüf o barın dördüncü yıldönümüymüş ve ona ait bir parti varmış, insanlar eğleniyorsa ben de eğlenmiş sayılırım her zaman, nitekim öyle yaptım. biranın fiyatına aldırmaksızın yüzdüm biraz. gecenin açılış şarkısının guns of brixton olması ve vokalistin güzelliği cabası. yanımda oturan iki kadınla sohbete daldım. insanlar çok genç duruyorlardı orda, barlara girişte kimlik kontrolü olmasına rağmen içerdeki tiplere baksanız onsekiz üstü olmalarına hayret etmeniz işten değil. sigara içmek için her dışarı çıkışımda gökyüzüne ve ardından saatime baktım, saat gece onbir olmasına, sonra oniki, sonra bir olmasına rağmen hava kararmamıştı. ilk gün böylesi bir şeyden haberim olmadığından gayet şaşırmış idim. hostele döndüğümde kaldığım odanın tavanı camekan kaplı da olunca ve hava kararmak bilmeyince ve yağmur göz açtırmadan yağınca, pek güzel sarhoş uyudum. duma duma dum.

sabahı var tabii bunun. zar zor uyanıp kongre merkezine yetiştim. bir adet sunumum vardı ve insanlar beni dinlemeye hazırken ben pek kendimi dinletmeye hazır değildim. malum topluluk önünde konuşmak hepimizde derin heyecan patlamaları yaşatır, ben bu konuda iyiyimdir, pek sorun yaşamam. sonra yeni insanlarla tanıştım bi sürü. akşama da konferansın gala yemeğinde m.yi görünce afalladım.

merhabalaştık. zamanında aynı bölümdeydik, o ikinci öğretim bense birinci öğretim, sıklıkla karşılaşıyorduk, üniversite ortalamasının gayet üzerinde bir güzelliğe sahip olduğundan gözler onun üzerindeydi, benimkiler de öyle, o ise alabildiğine mesafeli. sonra birtakım şeyler gelişti yine de. gelişmeden sonuca geçerken okul bitti. farklı bir üniversitenin koridorlarında yüksek lisans için karşılaştık bu defa. yine birbirimize varamadan okul bitti ve o farklı bir ülkeye ben farklı bir şehre doktora için hareket ettik. aradan o kadar zaman insan şehir geçti, o gala yemeği akşamı gözlerine bakınca da fark ettim bunu. hatta yaka kartım olmasa adımı hatırlar mıydı diye bile şüphelendim. dışarda sigara içtik. yemek ve şaraplar bitti derken onun birlikte olduğu grupla dışarda devam etme kararı aldık. bir ispanyol, bir yunan, bir belçikalı, bir slovak ve iki türkten oluşan keyifli bir grup olmuştuk. ama belli m.'nin tadı yoktu, o gece anladım neden olduğunu, sevgilisinden ayrılmıştı iki hafta önce. ben de iki kadar hafta önce aramızda birşeyler olduğu muhakkak birinden ayrılmıştım. sonra o bulunduğum şehre gelip beni aramıştı tam da uçağa bineceğim gece, uçuştan üç saat öncesine kadar birlikteydik hatta. ben de öyle bir karmaşadaydım yani. ama zaten dünyadaki en soğuk kadın olduğunu iyi bildiğim m.'nin daha da soğuk olmasını sağlayan o durum beni de geriyordu o keyifli grubun sohbeti içinde. neyse, gece öyle bitti, otellere dağıldık.

ertesi gün kongre tüm bilimselliğiyle devam ediyordu. artık sunumum geçtiği için rahatlamıştım, bol bol kahve içiyor, akşamın etkisini üzerimden atmaya, insanlarla bilim! üzerine konuşmaya çalışıyordum. yoksa nobel müzesinin bulunduğu şehirde nobelle işim yoktu aslında. yabancı dilde konuşmak insanı rahatlatır bilirsiniz, ya da benim için böyledir en azından, ki ben çoğunluk için de böyle olduğunu düşünüyorum, hatta belki bu yüzden hafif çakırkeyif olduğumuzda bildiğimiz yabancı dile sarılırız. o nedenle farklı bir ülkede olmak beni çok yerinde rahatlatır, ruhum kendine gelmeye zaman ayırır. hele bir de keyifli insanlar topluluğuyla karşılaşırsam, ki bu ortamı mutlaka yaratırım kendime, daha da güzel olur. o yüzden genelde yalnız gönderilmek için gayret ederdim iş seyahatlerinde.

akşam yine oldu, yine toplandık. bu defa m., grubu ekmek ve benimle yalnız kalmak istedi. benim de işime gelirdi. grubumuzla birer bira içip ayrıldık. anlatmak istiyordu belli ki, o soğuk ketum görüntüsünden de sıyrılmak istiyordu. ben türkçe'den sıyrılmaya çabalarken o türkçe konuşmayı özlemişti. ve aramızdaki baskın karakter oydu. ben biraya o beyaz şaraba devam etti gece boyunca. hava yine kararmadı. yürüdük. stockholm'de bol bol nehir, deniz, su var. havanın kararmaması insanda sabahlamış olma hissi uyandırıyor, ve bu bence çok güzel. ben dışarda birlikte başbaşa sabahlayabildiğim insanları ayrı bir yere koyarım hayatımda, ya da kendileri ayrı bir yer kiralamışlardır zaten. anlattı anlattı, ara ara ben de anlattım. sabah uyandığımızda arturo bandini'nin lafını hatırladım, "çok güzel bir geceydi ve bir daha asla tekrarlanmayacak."

turgut uyar stockholm'de yaşasaydı, yaşamış olsaydı, nasıl bir şiir yazardı çok merak ettim. yazları göğün kararmadığı bir yerde, göğe nasıl bir bakışla bakardı. enis akın zaten gidip bir sene yaşamış gibi yazıyor, sahi onunla çok sevmek'in ilk sayfasına attığı imzasında dediği gibi macaristan'a da gittik biz onun motosikletiyle. o hatırlamaz. edip cansever benim kadar içseydi bu kadar şiir yazabilir miydi çok merak ettim.

gözlerimi her kapadığımda bana bakan yüzlerce siyah camlı güneş gözlüğü görüyorum. güneş gözlüklerini sevmiyorum.

Hiç yorum yok: