ama arkadaşlar iyidir



28.06.2011



hangi filmde geçiyor söyle bakalım

26.06.2011

şimdi dünyanın en güzel arabistanı'ndan kaçak yaşama yergisi'ni seçmenin tam sırası.
biz üç kişiydik.

diğer ikisi birbirini gıyaben dahi tanımıyordu. a üniversiteden arkadaşım olup benden bir yaş büyüktü. h ile akran ve liseden arkadaştık. h ile ergenliği beraber takip ettik. ikimizin sivilce oranları aynıydı, sadece onun sırtında da vardı ekstradan. birbirimizi çok iyi tartıyorduk. aynı kıza aşık olduğumuz kesindi ama o an hangisi idi, bunu bile kestiremiyorduk. merdiven altlarında sigaraları gizli gizli birlikte içiyorduk. şiirden hoşlanıyor, kendi çapımızda bir şeyler karalıyorduk, bana okutuyordu ve beğeniyordum. aynı şarkıları da seviyorduk. o benden daha içte yaşıyordu sanki ama ben daha çok susuyordum. ikimizde de babalar belirgin ve anneler kısa boyluydu. annelerin giydiği terlik tipleri ve mevlitlerde taktıkları başörtüsü de aynıydı. babaların çocukluk fotoğraflarında sepya bir fon ve tarlada çalışmaktan esmerlesmiş yüzler ortaktı. aynı kızlar hayatımızı akıttı. aynı puanları aldık.

h'nin dindarlığı yüksekti bana göre. ikimiz de aynı gelenekten geliyorduk ama o kendini daha az törpülemişti bana göre. yılların yürümesiyle beraber o dine sarktı, ben içkiye. sigarayı arada bir azalttı. kadınlardan uzak durdu. ona yaklaştılar, izin vermedi. ölümden korktu.

a'yı üniversitede yanına gidip tanışarak hayatıma soktum. garip baktı ilk zamanlar bana. sonra ısındı, yine de temkinini hissedebiliyordum. bense onu çok fazla arkadaşa sahip olduğu ve benim dostaneliğime bir türlü inanamadığı için garipsiyordum. yüzünde ışıltı asılı bir adamdı. güzel gömlekleri vardı. güzel gülerdi. h de güzel gülerdi ayrıca. ben çok ve sık seven bir geçmişe sahipken onun bu dalda anlatılacak pek hatırası yoktu. bir tane anlattı, içime yetti zaten, hatta sonradan kızı da gösterdi bana. onunla da aynı kızdan hoşlanabilme olasılığımız yüksekti.

iyi arkadaşlar böyledir. mesela barış bıçakçı'yı ilk olarak sevmemin sebebi buydu, bizim büyük çaresizliğimiz'de bu duyguyu, buna bir de böyle bakılabileceğini, jules ve jim'i, iki arkadaşı anlatmıştı bana. zeki ile metin'i, edi ile büdü'yü, ve altı yıldır burda anlatageldiğim diğerlerini bu yüzden sevdim.

a bi ara cigaralığa sardı. dindar olmasına benden daha dindardı, içkiyle arası pek de hoş değildi. acaip kızarırdı. hatta bir keresinde gözümün önünde çok güzel kustu. benim içkiye yöneldiğim yıllarda bana uzaktan güzel eşlik etti. h ise tamamen uzak etti. a'ya bak dedim, edebiyat var dedim, onun okuması bana göre azdı ama beni kürk mantolu madonna ile tanıştıran o oldu. ikimiz de bakir mi bakirdik. ben daha hindim. o daha temizdi. h de benden temizdi. bu ikisi açık yürekli adamlardı. özellikle a. bir şeyi söylemiyorsa o şey 'olmadığı' için söylemiyordu.

ben bir yerden bir uçtan tutmayı seçtim. o ikisi direndiler. alabildiğine direndiler. ben tuttum gibi gelmişti bana, tutmamışım. onlar zaten tutmamayı seçmişlerdi. şimdi ayrı ülkelerdeyiz, apayrı dillerde ve dinlerdeyiz. apayrı bağımlılıklarımız var. bağlarımız ayrı.

insan özlüyor.

25.06.2011

ve müzik bize her şeyi daha katlanılmaz kıldı.

ve müzik bize her şeyi daha katlanılır kıldı.

evet adam orda oturuyordu.

karşımda jim morrison'un büyükçe çerçevelenmiş bir fotoğrafı asılı. jim morrison'u severim. tanrım yine mi bardayım. istasyon şefini oturttum karşıma. izmir'de alsancak bölgesindeki barlar, içlerine kuruldukları eski evlerin yapılarının bir sonucu olarak giriş kapısı ve holden sonra bir iç avluya açılır ve hemen hemen hepsinde yerleşim bu şekildedir. taksim'deki nevizade'yi andıran gazi kadınlar ve muzaffer izgü sokaklarındaki barların önüne yazın masalar sandalyeler atıldığını görürsünüz, ancak asıl hayat, hayat adı da verilen iç avludadır. müzik burada gerçekleşir. burada üstü açık olduğu için sigara da içilir, yalnız da oturulur, istasyon şefiyle de oturulur, jim morrison'a bakıp alkolün vücutta ettiği tavaf esnasında hayatın neresinde ne tip hatalar yapıldığı, kimlerin canının yakıldığı, kimlerin ahlarının üstü kalmayacak biçimde toplanıldığı, kimlerin canını yaktığı, kimlerin gelip kimlerin geçtiği, kim bunlar, hepsi hepsi, hangi hayallerin hangi duraklarda tökezlediği, hangi trenlerin hiç gelmediği, hangi trenlerden kimlerin hiç inmediği, hangi trenlere kimlerin binip gittiği, hiçbiri, düşünülür. arthur rimbaud, yaşamak için bile kullanmadan bedenimi, der ya. müstakil zamanlardaki düşünce taşıyor görünen halim fıtratımdandır. ciddi konularda konuşmayı sevmiyorum, ciddi olamıyorum. ne demiş jim morrison, she lives on love street.

alıp geri bıraktığım uzun çalar plaklar merak edilmiş, söyleyeyim, johnny cash-a thing called love; the smiths'den strangeways here we come ve the queen is dead; pj harvey-to bring you my love, the doors-strange days, bu kadarına param yetecekti.

yüziki senelik bir ağaç düşün, sanırsın taa melikşah'dan kalma, öyle durur yerli yerinde. gelip geçenler hayretle bakar duruşuna. işte ben öyle bazen. geceleri herkes uyuduğunda ormana karışmaya çıkar.

istasyon şefinin selamı var.
senin kitapların ve benim kitaplarım aynı kütüphanede birleşsin istiyorum.

24.06.2011

her uçağa binişimde aynı şarkı geliyor o kadının güzel sesiyle, bulutların üstünden bıraktım ben kendimi.

ne diyorduk, bugün işe gitmemeyi tercih ettim. kafa toplamaya ihtiyacım vardı. sabahtan bu yana biraz topladım sayılır. çay içmeye ihtiyacım vardı, yaptım. dünyanın ziyaretinde bulunduğum diğer ülkelerinden dönüşte başıma böyle bir toparlanma ihtiyacı hasıl olmuyordu. tanrım cuman mübarek olsun. ama stockholm, isveç, biraz farklı geldi bana. bunda yaz günü temmuzda sen terle ben sileyim, pardon yine türküye aktık, bunda yaz günü haziranda üşümüş olmamın da etkisi var, yok değil. hava durumunu önceden kontrol edip temkinli gitmeme rağmen temkinim yeterli gelmedi ve bol yağmurla karşılaşınca biraz üşüdüm, üşüdüm üşüdüm daldan elma düşürdüm. sonra kızlar, güzellerdi elbette. erkekler de öyleydi hakkını yememek lazım. stockholm boy ortalaması yüksek bir ilimiz, bunu duymuştuk, yerinde test ettim onayladım, özellikle benim gibi boyu bir yetmişle bir yetmişiki arasında değişen biri için bu önemli bir ayrıntı idi.

çocuklukta pul, bozuk para, vs. biriktirmek adettendir, bilinir. o zamanlar büyük uğraşlarla elime geçmiş olan ve üzerinde sverige yazan bu metalik paralardan birinin geçtiğimiz günlerde cebimde olması ve bunun satın aldığım biranın para üstü olarak bana verilmiş olması, meslek icabı bu metali atomuna kadar biliyor olmam, bunlar hayat.

bir gün gelecek herkes bana hakkımı verecekmiş gibi geliyor. yığınla birikmiş sevgimden dağıtmış olduğum parçalar tam ben ölmek üzereyken tekrar toplanacakmış gibi.

pazar günü iner inmez hostele attım eşyalarımı. orada iş için bulunuyordum ve iş icabı civarda bir hostelde kalmam gerekince civarın en ucuz hostelinin en sekiz yataklı odasını seçtim. eşyaları bırakıp dışarda aldım soluğu. akşamüzeri olmak üzereydi yeni yerel saatler. yeterince yorgun olduğum için hostelden uzaklaşmak istemiyordum, rasgele bir bar kestirdim gözüme ve içeri daldım. tesadüf o barın dördüncü yıldönümüymüş ve ona ait bir parti varmış, insanlar eğleniyorsa ben de eğlenmiş sayılırım her zaman, nitekim öyle yaptım. biranın fiyatına aldırmaksızın yüzdüm biraz. gecenin açılış şarkısının guns of brixton olması ve vokalistin güzelliği cabası. yanımda oturan iki kadınla sohbete daldım. insanlar çok genç duruyorlardı orda, barlara girişte kimlik kontrolü olmasına rağmen içerdeki tiplere baksanız onsekiz üstü olmalarına hayret etmeniz işten değil. sigara içmek için her dışarı çıkışımda gökyüzüne ve ardından saatime baktım, saat gece onbir olmasına, sonra oniki, sonra bir olmasına rağmen hava kararmamıştı. ilk gün böylesi bir şeyden haberim olmadığından gayet şaşırmış idim. hostele döndüğümde kaldığım odanın tavanı camekan kaplı da olunca ve hava kararmak bilmeyince ve yağmur göz açtırmadan yağınca, pek güzel sarhoş uyudum. duma duma dum.

sabahı var tabii bunun. zar zor uyanıp kongre merkezine yetiştim. bir adet sunumum vardı ve insanlar beni dinlemeye hazırken ben pek kendimi dinletmeye hazır değildim. malum topluluk önünde konuşmak hepimizde derin heyecan patlamaları yaşatır, ben bu konuda iyiyimdir, pek sorun yaşamam. sonra yeni insanlarla tanıştım bi sürü. akşama da konferansın gala yemeğinde m.yi görünce afalladım.

merhabalaştık. zamanında aynı bölümdeydik, o ikinci öğretim bense birinci öğretim, sıklıkla karşılaşıyorduk, üniversite ortalamasının gayet üzerinde bir güzelliğe sahip olduğundan gözler onun üzerindeydi, benimkiler de öyle, o ise alabildiğine mesafeli. sonra birtakım şeyler gelişti yine de. gelişmeden sonuca geçerken okul bitti. farklı bir üniversitenin koridorlarında yüksek lisans için karşılaştık bu defa. yine birbirimize varamadan okul bitti ve o farklı bir ülkeye ben farklı bir şehre doktora için hareket ettik. aradan o kadar zaman insan şehir geçti, o gala yemeği akşamı gözlerine bakınca da fark ettim bunu. hatta yaka kartım olmasa adımı hatırlar mıydı diye bile şüphelendim. dışarda sigara içtik. yemek ve şaraplar bitti derken onun birlikte olduğu grupla dışarda devam etme kararı aldık. bir ispanyol, bir yunan, bir belçikalı, bir slovak ve iki türkten oluşan keyifli bir grup olmuştuk. ama belli m.'nin tadı yoktu, o gece anladım neden olduğunu, sevgilisinden ayrılmıştı iki hafta önce. ben de iki kadar hafta önce aramızda birşeyler olduğu muhakkak birinden ayrılmıştım. sonra o bulunduğum şehre gelip beni aramıştı tam da uçağa bineceğim gece, uçuştan üç saat öncesine kadar birlikteydik hatta. ben de öyle bir karmaşadaydım yani. ama zaten dünyadaki en soğuk kadın olduğunu iyi bildiğim m.'nin daha da soğuk olmasını sağlayan o durum beni de geriyordu o keyifli grubun sohbeti içinde. neyse, gece öyle bitti, otellere dağıldık.

ertesi gün kongre tüm bilimselliğiyle devam ediyordu. artık sunumum geçtiği için rahatlamıştım, bol bol kahve içiyor, akşamın etkisini üzerimden atmaya, insanlarla bilim! üzerine konuşmaya çalışıyordum. yoksa nobel müzesinin bulunduğu şehirde nobelle işim yoktu aslında. yabancı dilde konuşmak insanı rahatlatır bilirsiniz, ya da benim için böyledir en azından, ki ben çoğunluk için de böyle olduğunu düşünüyorum, hatta belki bu yüzden hafif çakırkeyif olduğumuzda bildiğimiz yabancı dile sarılırız. o nedenle farklı bir ülkede olmak beni çok yerinde rahatlatır, ruhum kendine gelmeye zaman ayırır. hele bir de keyifli insanlar topluluğuyla karşılaşırsam, ki bu ortamı mutlaka yaratırım kendime, daha da güzel olur. o yüzden genelde yalnız gönderilmek için gayret ederdim iş seyahatlerinde.

akşam yine oldu, yine toplandık. bu defa m., grubu ekmek ve benimle yalnız kalmak istedi. benim de işime gelirdi. grubumuzla birer bira içip ayrıldık. anlatmak istiyordu belli ki, o soğuk ketum görüntüsünden de sıyrılmak istiyordu. ben türkçe'den sıyrılmaya çabalarken o türkçe konuşmayı özlemişti. ve aramızdaki baskın karakter oydu. ben biraya o beyaz şaraba devam etti gece boyunca. hava yine kararmadı. yürüdük. stockholm'de bol bol nehir, deniz, su var. havanın kararmaması insanda sabahlamış olma hissi uyandırıyor, ve bu bence çok güzel. ben dışarda birlikte başbaşa sabahlayabildiğim insanları ayrı bir yere koyarım hayatımda, ya da kendileri ayrı bir yer kiralamışlardır zaten. anlattı anlattı, ara ara ben de anlattım. sabah uyandığımızda arturo bandini'nin lafını hatırladım, "çok güzel bir geceydi ve bir daha asla tekrarlanmayacak."

turgut uyar stockholm'de yaşasaydı, yaşamış olsaydı, nasıl bir şiir yazardı çok merak ettim. yazları göğün kararmadığı bir yerde, göğe nasıl bir bakışla bakardı. enis akın zaten gidip bir sene yaşamış gibi yazıyor, sahi onunla çok sevmek'in ilk sayfasına attığı imzasında dediği gibi macaristan'a da gittik biz onun motosikletiyle. o hatırlamaz. edip cansever benim kadar içseydi bu kadar şiir yazabilir miydi çok merak ettim.

gözlerimi her kapadığımda bana bakan yüzlerce siyah camlı güneş gözlüğü görüyorum. güneş gözlüklerini sevmiyorum.

23.06.2011

ben nereye geldim yine. bugün benim doğumgünüm idi ve hayatımda ilk defa farklı bir ülkede aldım yeni yaşımdaki ilk soluğu. yeni yaş, doğumgünü, bunlar pek önemli değil di mi. bence önemli, neden mi peki, çünkü yaşlanıyosun matador. bünyenin olaylara gösterdiği tepkilerin niteliği değişiyor ister istemez. bunu geçiyorum, aslında şu son beş günde epey bir hareketli yaşantıma şahit oldu dünya. gayet güzel zaman geçirdim. stockholm sendromu'na bakıp çıkacağım diye girip çıkmadığım bar kalmadı. anlatacak pek çok şey gelişti. malum serde de kıyısında yaşamak var. müthiş bir plak dükkanıyla tanıştım, tanesi ortalama 200 sek yani yaklaşık 50 tl'ye beş tane plak almıştım onca plak arasından zar zor seçip, ama gel gelelim kredi kartım çalışmadı, ve bırakmak zorunda kaldım, üstümde de euro'dan başka para yoktu, bir gün isveçli bir arkadaşım olursa ondan bana plak göndermesini rica edeceğim.

burada hiç bahsi geçmediğini düşündüğüm taa sekiz yıl öncesinin m.'siyle orda karşılaşmayagöreyim mi. o yalnız ben yalnız, nice yıkımlar geçmiş üstümüzden. bunu iyi değerlendirdik.

ilk kez bir hostel'de yalnız kaldım, yani yalnız derken etrafımda arkadaşım olmadan, yoksa hostel'de yalnız kalmak pek adetten değildir biliyorsunuz. arasıra türk görmedim değil ama çaktırmamaya çalıştım, çünkü artık iyice ayırt ettim ki biz yunanlara, ispanyollara, italyanlara ve fransızlara epey bir benziyoruz. tip genel olarak sadece kuzeye yükseldikçe belirginleşiyor, yoksa aşağıdakilerin hepsi aynı. hostel'deki her tuvalette bulunan sim marka sıvı sabun ve üzerindeki türkçe tanımlamalar gayet ilgi çekiciydi.

yarın devam etmek istiyorum, bugün benin doğumgünü.

21.06.2011

Stockholm`un arka sokaklari benden mi sorulsa ne

19.06.2011

bu saatte uyanık olmam pek rastlanır değildir. ama öyle. ama öyle.

16.06.2011

şahsen benim chan chan adlı bir arkadaşım olsa idi ondan adeta bir gypsy kings edasıyla no volvere söylemesini isterdim.

biz de kara hayatının bir parçası olacak mıyız sevgilim? biz de kara parçasında bir hayat mı olacağız sadece sevgilim?

şahsen benim chan chan adlı bir arkadaşım olsa idi beni muhakkak marcane, alto cerdo, cueto ve mayari'ye götürürdü. chan chan mesela mutlaka benim için tarlakuşlarının seslerini bir kasede kaydeder bana dinletirdi, bunu yapardı. o da bir şey mi, uçurtma yapar gönderirdi, el becerisi yok diyelim, yaptırır gönderirdi. hahah, bu da laf mı o mikasa topun nereye kaybolduğunu bulur, yerin altını üstüne getirir bulur, lastikçide hava basar getirirdi. yahu sen ne diyorsun azizim, benim chan chan adlı bir arkadaşım olsa idi yazdıklarımı beğenirdi.

15.06.2011

i'm spinning. defterleri olur benim de gibi genç adamların. defterleri olabilir genç erkeklerin, erkeklerin el yazıları güzel olabilir. defterlerin arasında çiçekleri olabilir genç erkeklerin. gençlik geri gelir mi diye sormuş doktor ananneme, anannem basmış küfrü. soyağacı limon gibi bir aileden geliyorum, bizim evin arkasındaki limon ağacının çok bereketli olduğu düşünülürse...

bazı şarkıları ardarda dinleyebilme yeteneğine sahibim. cellatlara acımalı mıyız, mıydım mıydım, mıydım.

gözkapaklarımın darası epey yüksek, alınmalı. itinayla dara alınır.

brütal maaşı dersek çalışanlarımızın, ne demek isteriz

kız adı: limon ; erkek adı: liman

bize en yakın sağlık ocağından ilkyardım isterken çekinmeyin

hayır o bir

kişiler şekerlerini de kendi üretmeli, nitekim vücut üretince beyin buna yetişemeyebiliyor

şimdi de gecenin büyük sürprizi, rüçhan çamay: "ne haber, ne haber, daha daha ne haber?"

uzun samsun puro gibidir mübarek, çekmezsen kendiliğinden söner, bereketlidir.

"seni seviyorum", hiç de diyemem.

pah kırmışsın kalbime

seni seviyorum. binlerce teşekkür.
bazen nankör de mi oluyoruz neyin nesi. sözgelimi benim şimdi bir balkonum olsa idi ben bir balkonun bu kadar kıymetli olduğunu/olabileceğini anlayabilecek miydim. balkonum olsa idi balkon özlemi çekmeyecek, balkonumda ayaklarımı korkuluklara uzatıp seyre dalmanın hayallerini kuramayacaktım. ama şimdi bir balkonum ile yok. ve bir balkonun normal insan hayatı için ne kadar elzem olabileceğini iliklerime kadar kavramış durumdayım ve aylardır ortalama üç yazıda bundan bahsederek acımı sizlere de yaşatmaya çalışmaktayım. ya da siz beni zaten anladınız.

baba bana bir balkon al

14.06.2011

for jane or for me, ne demek istedi acaba orda. orda ya da burda, ne fark eddievedder. bizim oraca edive, ediver yapıver manasında. i remember you well in chealsea hotel. fir bincan türk kahvesi yaptım. bican sen öleceksin, kabire gireceksin, dokuz tahta altında ne hesap vereceksin. düşün ki bunlar benim sözlerim. üç adet bıldırcınım oldu, hepsini bana babam aldı, ben ondan rica minnet sipariş ettim, düşündüm ki doğada ne güzel aylam aylam yaşayan bu üç güzide hayvanı, -ne, güzide mi dedim,- evin bahçesindeki kümese hapsetmek yüce şamandan reva mıdır. ama engel olamadım, düşündüm ki bu hayvanları zaten biri yakalamış ve hapsetmiş ve beslemek için satın alacak birini, ya da restoranlarda servis etmek için satın alacak birini bekliyorlar. ben de restoranlarda masalara konuk olmamaları için satın aldım üç adetini. ben bıldırcınları çok severim çünkü. hep yanımda olsunlar istedim. istediğimde koltuğumun altına alıp gezdireyim. onlar için solucanlar gecekondular yakalayayım. ansiklopedilerde bıldırcın maddesini tarayıp en çok sevdikleri yiyeceği, lunaparkı çarpışan arabayı fillan alayım onlara. bahçenin en güzel köşesinde yer yapayım, doğayı aratmayayım, kedi sansar tilki takmayıp rahat rahat çimlensinler. nitekim yaptım. artık benim haftasonları babaevine gitmek için çok mühim bir bahannem var. iki haftaya gelmez keklikler de gelecekmiş. merak etmeyin biraz daha para kazanayım, onlara bir orman kiralayacağım. bu sevgi bana şu büyükşehirdeki işi bile bıraktırır şart ola.

so long marianne, bunu sana demiş miydim, dememişsem henüz tanışmamışızdır ama bunları burada rahatça konuşabildiğimize göre tanışmamız yakın demektir. bak ben sana bir şey söyliyim mi, ilk buluşmada elimi tutarım, elimi tutmuş elimle senin elini tutarsam bil ki bunda keramet had safhada. kızımızın adını sahra mı koysak, yok daha neler, şermin selmin selvin bunlar ne güne duruyor di mi, ha bir de solmaz var. solmaz koymazsak olmaz, öyleyse ayrılalım. ayaklarımda şu askerdeyken sürekli yürümekten çıkan yaralardan çıktı yine, terlik istirahati de vermezler ki insana reel! hayatta. çok mü yürüyorum nedir, yürümeyi az sevmiyorum, yürürken konuşmayı hiç sevmiyorum, bi kere ben konuşmayı ki sevmiyorum.

dance me to the end of love mı şimdi yani. şair büyüğüme şu geçen sene yazdığım hayali diyalog metinlerini göndereceğim. kısılmış bir yüksek sesle müzik dinlemek ne güzel oluyor bazen. yüksek sesle demek, yüskseskesle demektir konuşma dünyasında bazı kekemeler için. adam boşuna mı kitap yüzdü üstüne kolluklarıyla. can simidi attı bana, tutundum.

tehlike anında camı kırdım.

yapmayacağım üç şeyi tekrarlamak istiyorum her doğumgünümde; biri ayakkabı boyacısının önüne boyaması için ayağım içindeyken ayakkabımı uzatmak; ikisi pedikür yapılması için ayağımı, manikür için ellerimi birine uzatmak; üç sonra söyleyeceğim, hatırlayamadım birden, böyle birden sorunca aklına gelmiyor ki insanın. neydi o şarkının adı ya, hani o filmde de söylemişti o ya o kadın. neydi o kadının adı ya, hani o adamla beraber düet yapıyordu. neydi o adamın adı ya hani o kadından bir oğlu olduğu ortaya çıkmıştı yıllar sonra. neydi o yılların adı ya, yıllar olmuştu yıllar geçeli.

9.06.2011

fevzi atlıoğlu'nun saz eserleri adlı albümünü diğer sanatkarların saz eserleri yorumlarından farklı kılan entstrüman nedir, farklı ve bana göre üstün kılan desem daha güzel olumuş, kılan, klu klux klan. şu durumda bu albümü bilen ve dinleyen, konservatuar öğrencisi vs olmayan, otuz yaş altı kaç kişi vardır çok merak etmekteyim, ki ben bundan bir şiirimside de bahsettim, merak eden çoktan dinlemiş bulmuştur. bunu böyle anlatışımda herhangi bir ego sezilmemesi hoşuma gidecekti aslında, sezilmedi di mi,.

benim bir sevgilim oldu, benim şarkı söyleyişimi ve sesimi hiç beğenmezdi. kalıbımı basayım mı biz bu insanla zaten anlaşamazmışız.

adamın birine buranın adresini verdik, arasıra baksın ve bendeki müthiş cevheri keşfetsin diye. ama son tam bir senedir yazdıklarıma şöyle bir baktım da; leonard cohen'in en çok so long marianne şarkısını sevdiğimden, dolapta bulunan son tüketim tarihi geçmiş şeyleri içim rahat bir şekilde tüketebildiğimden, bir film çeksem cranberries'in dreams adlı şarkısını mutlaka kullanacağımdan, babaannem gereği her işime sağla başladığımdan, baba zula'nın son albümünü hâlâ dinleyemediğimden, bana cohen'in '79 konser kaydındaki o şarkıyı john bilezikciyan yorumuyla ilk kez dinleten o kadının şimdi nerde nasıl beşn birk bilmediğimden, evet perhkan'ın ölümüyle ağladığım için ve buna benzer bir şeye bir konuşmasında değindiği ve say something demeyi çok sevdiği için başka bir o kadını çok sevdiğimden ve adına bir dosya oluşturacak kadar öykü bile yazdığımdan, bir ömürde aralıksız bira içme rekorumun dörtyüziki günakşamı olduğundan, geceleri eğer canına susamamışsa kimsenin yanımda bir şey yememesi gerektiğinden... bunlar haricinde kayda değer bir şeyden bahsetmemişim. bu adam beni okurken vakit kaybetmez de napar. ama yine de kendime kefil olduğumu burada bildirmek durumundayım. ya da kefil aranıyor.

ama hakkaten yastığının yüzünde bıraktığı iz çok şeker olmalı.

3.06.2011

ilk kez, sevdiğini veya sevildiğini nasıl anlar insan? sevmekten kastım, aşık olma halinin sorgulanış şekline sevmek diyoruz biz. genelde çocuklar anaokulundayken freud fetret devirlerinden biriyle muhatab olduğundan cinsellik keşif temalı bir sevme duygusu yaşar, bunu geçiyoruz. çoğunlukla ilkokuldayken başlar ilk aşık olma hali, ama bunu ilk defasında nasıl keşfeder insan? bu konu hakkında çocuğun kendine sorduğu ya da danıştığı sorular nelerdir? içinden yaptığı sorgulamalarda, -yani insan aşık olup olmadığını hep sorgular gibi geldiğinden bana,- hangi kelimeleri tümlüyordur acaba? ya da; güzel kavramı, -evet çevresel etmenlerle mutlaka bir şekilde,- ; -ve yansımalarıyla,- çocuğun içine duhül etmiş olabilir ama bu güzelliği ona ilk tanıtan/keşfettiren insana olan iç tepkisini şekillendiren ilk!lik nedir? bunu merak ediyorum bu akşam.

bu arada yastığın yüzünün sağ tarafında bıraktığı iz çok şeker olmuş.