ama arkadaşlar iyidir



28.04.2010

hariciye koğuşunda dahili boğuşma /19 mu 20 mi 21 mi / 04 / 2010

otuzyedi ekran başına buyruk bir kalabalık. askeri bir hastanenin altı kişilik koğuşundayız. ilk gelen hasta olduğum için pencere kenarındaki yataktayım, kafamı sola çevirdiğimde hastanenin iç bahçesine bakabiliyorum. gözlerimin görmek için değil de, bakmak için olduğunu keşfedişimin üzerinden çok zaman geçmedi henüz. sanırım bu yüzden yakın görme bozukluğum başladı. yakındaki şeyler dikkatimi çekmediğinden, gözlerimin aldığı uzak alışkanlığı doğrultusunda beynim gözlerime uzakları görme emri verdi ve kullanılmayan uzuv zayıflar şiarıyla yakınımı, yakınımdakileri göremiyorum.

askeri hastanelerin hastalar er/erbaş olduğu durumlarda sabah yedide uyandırmak gibi bir dayatması var. burada mıntıka temizliği yapmıyorsun ama yatağını toplamak, tıraş olmak gibi yükümlülüklerin devam ediyor. sigara içmemem için öyle bir korkuttu ki beni anestezi uzmanı, az kalsın gerçekten içmeyecektim.

kitaplara uğrağı sık olan biri olduğum için aklıma ortaokulda okuduğum ve beni gerçekten de, kelimenin kendine seçtiği spontane anlamıyla, ‘darboğaz’ eden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu geldi, tam da hariciye koğuşunda yatarken. hastanenin mavi pijama üstüne zimmetlediği robdöşambrımı giyip ilgili romanın adı belli olmayan karakterini ve onun Nüzhet’ini düşünerek: -tabii ya! “dünyanın hiçbir nüzhet’i yalan söylememelidir.” bir sigara yakmak istedim. nüzhet’le baş karakterin hastanenin havuzu başında yaptıkları sohbetler geldi aklıma. bu hastane binası eski bir yapı, 1913, sevdiğim gibi, sevdiğiniz gibi, sevmenizi sevdiğim gibi yüksek tavanlı bir mimari ve bu yüksek tavanlar, ameliyat sonrası sırt üstü yatmaktan bana dünyanın tüm tavanlarına lanet okutacaktı. içe açılan hastanenin yardımcı kapıları, ortasında havuz bulunan bir avluya bakıyordu. sahi bu tarz yapılara ne deniyordu..? bu küçük havuz başına çıktığımda etrafta nüzhet olmayacaktı elbette.

dünyanın hiçbir nüzhet’i yok burada. kendi kişimin dünyanın en mutlu kişisi olduğunu dünyamı bu haldeyken bile bu derece yakın takibatımdan ve olmasa da bitmese de olan bitene bu denli uzakken bile düşüncemde bu derece yakın şahadetimden anlayabiliyorum. tabii ki doktor beni sigara içmemem konusunda –her sigara içen muhakkak doktor tarafından uyarılmış mıdır elbette- uyardığında ve içtiğim takdirde ameliyat sonrası yoğun bakımda boğuşacağımı söylediğinde; beynimin hareketli nimbuslarından geçen ve yüzde ellinin üzerinde samimiyete sahip, ‘öleyim .mına koyim’ düşüncesi de mutluluğum derecesinin bence olumlu yönde göstergesel bir varlığıdır –bilerek yapıyorum-. bu kişisel ve kendisel davamın biricik müdafii olan, şu günlerde her gün tıraş olmaktan bunalmış yüzüm, ergenlik heyecanlarımı sivilcelerin açtığı ve öylece bıraktığı deliklerle muhafaza etmekte ve çirkinliğimi şöylesi bir bahaneye maruz etmektedir: müteveffa sadri alışık’la doktoru arasında akıllara hızma bir diyalog geçer. doktoru rahmetliye, “sadri bey, isterseniz yüzünüzdeki kırışıklıkları alalım” manasında bir öneri getirir. “olur mu hiç doktor, ben onlara yıllarımı verdim” meyanında bir cevap ile safdışı eyler üstad. kendi kendime gelin güveyliğim ve kimsenin bana, “hakan bey, yüzünüzdeki kraterleri dolduralım” önerisi getirmemesine rağmen ve ben zaten hep olası sorularla konuşarak yaşadığımdan ve hazırcevaplığım meşhur bulunduğundan, “hiç olur mu dünya bey, sizin şahidiniz olmaktan* gurur duymakla birlikte ben o kraterlere ne göktaşları gömdüm”sü şiiriyetten bir cevap arz eylerdim.

burada dünyanın hiçbir nüzhet’i cereyan etmemektedir.

değerli guglielmo marconi,

dünyanın bir tanecik nükhet’i dün buraya geldi, nüzhet’i çok uzaktan da olsa andırıyordu. burası Guguk Kuşu adıyla türkçeleştirilen o filmdeki hasta koğuşundan hiçbir fark taşımıyor. benim tipim dahil buradaki herkes oradaki herkese benziyor, akıl kıtlıkları dahil. nükhet’e mektubuna neden cevap yazamadığımı anlatmaya çalışırken epey zorlandım. öncelikle, ameliyat sonrası narkoz etkisinden çıkmamı zorlaştıracağı için kullanmamı yasakladıkları kronik ilacı üç gündür alamamamın etkisiyle kafam, üzerine saksı düşmüş gibiydi. sanki nüzhet kafama saksı atmış ben aşağıda serenad yaparken. şu durumda, o saksıda hangi çiçeğin yetiştiğini tercih etmek en birinci sorunu oluyor yazarlık hastalığımın. nüzhet’in taşıdığı önem kadar saksıdaki çiçeğin türü de mühim, anlam yüklemek gibi olmasın ama nüzhet bunu düşünmeli. dün, nükhet’le neden olmayacağına dair hislerimi, kendi geçmişim üzerinden yola çıkarak anlatmaya çalışırken, içinde bulunduğum tel örgülerin ‘sivil’ hayatımda da beni çevrelediğini, beni kâh hasatı bol bir bahçe içine korkuluk niyetine putladıklarını, kah bir lunaparkta jeton satmakla yükümlü ama oyuncakları kullanması yasak yeniyetme karayüzlü bir delikanlı olarak o küçücük kulübeye mıhladıklarını… bunları söylerken üzerimdeki bol, açıkmavi pijamadan, gözlerim k.k.k terliklerime ve terliklerin önünden baharı süzen parmaklarıma takıldı. pek çok erkeğin sahip olduğu gibi benim de belki dışarıya biçimsiz parmaklarım vardı ama bana, günlerdir o botların içinde pişmişlikten kurtulmuşluğun özgürlüğüyle gülümseyen o nasır tutmuş ayaklarım, hiç de öyle gelmiyordu.

dün nükhet’le, hastanenin bahçesinde, nisan yağmuruna hazır vaziyette, konuşurken, ben, benim neden olmaz bir insan olduğumu, ona nüzhet’miş gibi yaklaşamadığımı, narkozlu kafamın elverdiği ölçüde anlatmaya çalışırken, peki ona ne dedim? elbette ölene dek yalnız kalmak istemediğimi, yaptığım her faaliyetin en önemli ve boşver biricik maksadının o kişiye ulaşmak için bir arayış olduğunu, işyerinde aldığım aylığı, oraya buraya yazdığım yazıları, okuduğum kitapları, içtiğim biraları buna sadece vasıta kıldığımı, dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. ama burada zaman, kola bağlı bir serum şişesinden damara akar gibi akıyordu ve kimse havuz başına inmiyordu. tansiyonum bu sırada kolbastı oynuyordu. bu sıranın ardından devreye giren ceyhunsa, benim bu pijamalı ve robdöşambrlı halimi ‘the notebook’taki herife benzetiyordu. izlemedim bilmiyorum.

Hiç yorum yok: