ama arkadaşlar iyidir



5.10.2009

eylül'de gel

"görenler, 'dönmüş, hem de mutlu,' diyecekler. ağaçlar sevinçten başımıza, konfeti gibi yaprak dökecekler." yalan mı söyleyecekler. evet sayın seyirciler, yeniden aranızda olmanın sevincini dağıtıyorum üzerlerinize, eylül'de gelemedim ama ekim'de geldim sayılır. aralık gibi tekrar gideceğim ama yine gidişim susmuş olacak, sessizlik olucak. soner arıca'nın ayrılık adlı kötü şarkısında okan bayülgen'in -şu dünyada sesinin bana kalırsa işe yaradığı tek yer olan- o şiir okuma seansında dediği gibi: "durucam burda, gidişini seyredicem. kıpırtısız, sakin gibi görünücem" vs. vs. ve "ben yine salağım diyicem" ama benden başka kimse bana salak diyemiycek. bazen işe yarıyor popüler kültür, ne dersiniz. evet sevgili dostlarım, şimdi izninizle size kendimi tanıtayım.

ben. elbet bir adım soyadım cinsim cinsiyetim yaşım doğumgünüm filan var. gördüğünüz gibi anlatmayı seven bir insanım, hatta daha da göreceğinize inancım sonsuz. lafı uzatmayı sevdiğim için yazmayı seçtim. normal hayatta merak edilmesin kısa tutarım. hatta tutmam bile bazen. öncelikle, bu blogu ilk olarak hatırladığım kadarıyla ikibinbeşin ocak aylarında filan açtım, ya da şubat mart olsa gerek. düşünün yani o kadar eskiyim. sonra bir başladım yazmaya, neredeyse her gün uzun uzun yazıyordum. içip içip yazıyordum. blog yazmaya heves etmemi o zamanlar sıklıkla takip ettiğim ankaralı bir grup blogger'a borçluyum. o kadar güzel bir komunite oluşturmuş görünüyorlardı ki aralarındaki muhabbete özenmemem mümkün değildi, çünküsüyle birlikte o sıralar eskişehir'de yalnızlar'ın iç anadolu prömiyerine çıkmıştım yenice. şimdi turnenin ege turundayım o ayrı mesele ve bunun tekrar yazmaya başlamamla ilgisi sıfırın altında. neşe karaböcek'in bazı icralarını fazlasıyla beğenmekle birlikte ses tonundan pek hoşlandığımı söyleyemem. geçen gün kuzenimin sekiz yaşındaki kızına müslüm gürses'i tanıyıp tanımadığını sordum, ona yeni aldığım bilardo oyuncağını gösterirken, benden iki yaş küçük kardeşim buna pek güldü. bu arada ben kardeşimden iki yaş büyük olmakla birlikte yirmidokuz yaşımdan epey gün almış bulunmaktayım, ama soranlara yirmisekiz diyorum çünkü bu yıldan o yılı çıkarınca geriye kalan o oluyor. matematiğim kendimi bildim bile iyi oldu. zeki bir çocuktum, hepiniz gibi ben de çalışsaydım şu an amerika'da pennstate'de doktoramı bitirmek üzere çabalıyor olabilirdim, ama bunu seçmedim, elbette idealist davranıp kamyon şoförlüğünü de seçmiş değilim. ben de sizler gibi hayat ve ailem beni nereye ittirdiyse oralarda takılıyorum. arasıra buraya filan takılıyorum. ve genelde takıldığım yerler aynıdır, mekan değiştirmeyi pek sevmemekle birlikte fiilimsileri çok kullanma huyumu eski okuyucularım yakinen hatırlayacaklardır. blog alemine düşmemin ardından nerden baksan dört sene geçmiştir. dört senedir görmediğim yakın arkadaşlarım var ve hâlâ onların yakın arkadaşlarım olduğunu söyleyebilirim. görmemek benim gözümde bazı şeyleri daha değerli kılmıyor elbette ama en azından var olan değerlerini sabit seviyede tutuyor. zaman bende hiçbir şeyi zaman aşımına uğratmıyor. sadece mesela üç senedir görmediğim arkadaşlarım ne kadar da yaşlandığımı söylüyor. ibne oluyor bazen bu arkadaşlar. çünkü ben kimseye yaşlanmış dahi olsa yaşlanmışsın demem, bunu yüzüne söylemem, o bakımdan bazı insanlara göre ben ikiyüzlüyüm, bence tabii ki değilim. bu arada ailemdeki en kel insanlardan biriyim, ama bizim oralarda alnı açık adam akıllı olur derler, bir gün kilomun boyumun yanındaki rakamın üstüne çıkacağını tahmin bile edemezdim ama oldu valla, ne oldum dememeli ve bari bundan sonrası için bir çözüm düşünmeli.

ilk blogu açtığımda, blogger bana dedi ki -ki daha o zamanlar gmail'e bu denli bağlanmamıştı- adını ne koyacaksın, başlığı ne olacak, vs. blog adresinin bu denli önemli olduğunu düşünmeden, ilk aklıma gelen isim olan kayıkçı'yı koydum gitti, daha doğrusu çoğu yaptığım işte olduğu gibi bunu da yarım bırakacağımı düşünüp pek önemsememiştim. ilk dikkat ettiğim şey türkçe olmasıydı, buna önem veririm, bir de o günlerde bir buluşum vardı: "fış fış kayıkçının küreği / beş para etmez yüreği" diye. bunu da kullanmalıydım elbette ama asıl çağrışımım hani şu mehmet ali alabora ve o yunanlı güzel kızın oynadığı "kayıkçı" adlı film idi, aradan onca sene geçmiş olmasına rağmen bunu ilk kez şimdi ifşa ediyorum huzurunuzda. hatırlarsınız o filmde, -bu arada mali alabora'yı ben de pek sevmem- oynadığı karakter dilsizdi, konuşmuyordu, ama o kız onu sevmişti, daha fazla anlatmama gerek olmamalı diye düşünüyorum. bu da benim istediğim tipte bir şeydi, hani sevdiğin insanla böylesine anlaşabilmek. bir de tabii kendimi tanıdığımdan beri rum kadınlarına, rumcaya, sait faik'e, ada kültürüne, rum müziğine yakınlık ve hayranlık duydum... bu arada, iki şeyi söylemeden geçmemeliyim. birincisi; eğer bir yerde bir kelime kullanıyorsam bilin ki mutlaka benim için birden fazla çağrışımı vardır. tek çağrışımlıysa kullanmam. bunu örneklendirmem gerekirse, diyelim ki msn'de "guido" nickini kullanıyorum, bunun en az iki sebebi olmalı mutlaka, birinci sebebi zaten çoğunluğun bildiği bir şeydir, ikincisi ise araştırılarak bulunacak bir şeydir. e zaten insan karşısındakini kendini araştırmaya sevk etmiyorsa bu ne menem arkadaşlıktır vre gafilün. guido'nun birinci sebebi -gaudi'yle filan alakası yok- "la vita e bella" filmindeki karakterin adı olması. ikincisi de fellini'nin "i vitelloni" filminin çok özel bir sahnesinde geçmesidir. bu arada sevdiğim insandan arasıra bacaklarımı çok salladığım için beni uyarmasını beklerim elbette. ikinci söylemem gereken şey de; yine eski blogumun ilk postlarında bahsettiğim üzere belki bu blogun beraber içki içmemde bana eşlik edecek bir arkadaş bulmama vesile olması amaçlıdır. elbette kadın olması tercih sebebidir ama bu blog vasıtasıyla iki adet dost erkekle de içki kardeşliği yaptığım kayıt altına alınmıştır. içki içmeyi severim, hatta sanırım müptelayım, bunu kestirmem zor ama henüz dünyevi sorumluluklarımı zapt altına almış değil bu meret. hayatımda bir kez sigarayı bırakmaya teşebbüs etmişliğim var, yedi sekiz ay kadar başarılı da olmuştum hani, sonra vazgeçtim bu başarıdan. başarıya karşı çok tahammülkâr değilimdir.

bu bloga benden ağlamaklı şeyler bekleyen okuyucularımı şimdiden başka bloglara sevk olmaları konusunda uyarmak isterim. her ne kadar içli bir insan olsam da hayatta nadir tahammül edebildiğim şeylerden biridir lirizm. katlanabildiğim ve kendilerine yakıştırdığım iki insan vardır sadece, biri ahmet erhan diğeri de didem madak. edip cansever'in ise kesinlikle lirik olduğunu düşünmüyorum, olsa olsa epolirik olabilir. bu arada iyi bir şiir okuruyumdur. müziği severim hatta onu tüm sanatların üstünde tutarım. evet, sanırım şimdilik bu kadar yazabileceğim, daha sonra devam etmeyi dilerim. aptalca konuşmam gerekirse burada zor bir insanın arayışlarını bulacaksınız. onun hâlâ umudu var. ona bir oda ver baba.

all i need is the rhythm divine : )

Hiç yorum yok: