ama arkadaşlar iyidir



29.10.2009

yıllar yıllar önce 29 ekim'de yazdığım bir mektuptan: hey! istanbullu karaca! yoksun sen aslında. yalnızım o kumsalda. remixleri sevmiyorum. bugün bayram, çırpı bacaklarımla el çırpıyorum. hey! şiven var mı senin? tırnaklarını en son ne zaman kestin? babaannemin tırnaklarını ben keserdim yanındayken, bundan sana bahsetmiş olmam ilginç. nokia mı taşıyorsun. yine de hey hey, benden selam olsun bolu dağı'na, onu geçtin mi görünen şehir var ya, işte orası istanbul, sivastopol'a üçbin km. çeker nerden baksan. gömleği ütüye giydirir gibi giydirdim kendime ve şimdi dışarı çıktırıyorum. kadehlerde şişelerde kenarlarda köşelerde... selamun aleykum meyhaneci, civarda şu resimdekine benzeyen bir kız gördün mü?
sonbahar olacak illa ki. sabah kalktığında o hafif ürpertiyi hissedip üzerine bir şeyler alma gereği duyacaksın gözlerini açamadan. kaloriferler henüz yanmamış olacak. çayın suyunu koyup banyoya gireceksin, camı açsan içeri mevsim geçişinin kokusu girecek, ama üşütecek. radyoya dokunacaksın, yükselecek.

pijamalı iki kişinin çaylaşması gibi olmayacak mutfak masasında karşılıklı, üzerlerde hırkalar, saçlar o biçim bağımsız. radyo reklama girdiğinde çay kaşığının tıkırtısı duyulacak. kaşığın üzerindeki şekle dikkat edeceksin, beni.
dramım durumumdur. metaforlar sandukasında çalışan işçiler için bana bir sendika lütfen. yılların içki birikimini bir havuza boşalttım, havuzun yüzde yüzü doldu. salıncakları hatırladım hani salınacakları. büyükada'da bir piknik yerine gitti aklım, tuttum beynimin mangalını yaktım. ellerimi yaktım, ellerim kollarım yanık içinde. iki ağaç arasına bir salıncak kurdum, durmadan seni salladım. yarın iş var, özel sektör, hassektör ordan. salıncak diyorum, deniz kenarında şezlonglar şemsiyeler yok o zaman kiralık olanlardan. bir ağaç buluyor şair kendine, ve onun gölgesine bir halı kilim serip oturuyor üstüne, karpuzunu demlensin diye suya sürüyor kenarında denizin. karpuz uyuyor salıntısından güzelim suyun. derken topun suya kaçıyor, birkaç kulaçta yakalamaya çalışıyorum, ben kollarımı attıkça top açılıyor, sonunda kendimi de topu da kurtarıyorum, "des armes" diye şarkı söylüyor ordan manyağın biri. bu dünya manyaklarla dolu, inan ben de manyaktım bundan on ay öncesine kadar, sonra duruldum bir şey oldu, sularım çekildi. suyun bir cm çekilmesi bile çok büyük bir şeydir deniz için, yekün tutar. kendi kendime "mor koyun" türküsünü çalar çalar zıplardım evin içinde, sonra bir şey oldu, biri büyü filan. bana büyü yap sevgilim, evet bir büyük olsun. mor bir oyundu oynanan. shuffle please. ağaçlar arasına bir salıncak kurdum, bütün kestanelerini topladım denizin, sobalar kurdum gelmiş geçmiş bütün kestaneleri için kış mevsimlerinin. yıldız teknik üniversitesi'nin yukarısından aşağı sallanırken -aa bak yine sallanmak filan- kestanelere çarptı kramponlarım. biz işte. birbirimizin kenar süsü, portesi müzik defterlerinin, sol anahtarı şarkıların. köpeklerini gezdiren insanlara acıyorum, içimde çipçirkin bir martı boyuna çığlık atıyor. bir şey boynuma durma çizik atıyor. fotoğrafçı alaeddin'in son çırağını anıyorum bu sırada rahmetle. hemen yan dükkanda topal ünsal'ın ekmek teknesi var, adı orkide çiçekçilik. ünsal, beş sene kadar önce öldü rahmetlik, topal o zamanlar, aynı zamanda eski futbolcu, dur sana hikayesini anlatayım. ünsal 80 zamanının sayılı solcularından bizim orda, ben de fotoğrafçı alaeddin'in son çırağı ilkokul kusur. sabah ünsal'la eş zamanlı açıyoruz dükkanı. ünsal 80 zamanında işkencede ayağının birini topallıyor o zamandan beri. büyük futbolcu olacak ama işkence işte. çiçekçi dükkanı açıyor sonra, aranjmanlar, evlenecek çiftlerin araba süslemeleri, filan. sabahları da allah için ne güzel müziklerle açıyor besmeleyi. aşkın nur yengi'nin yeni kasedi çıkmış o zamanlar. ben mesela herkesin birtakım şeyleri unutamayacağı gibi aşkın nur yengi'yi unutmam bir ömür bu yüzden. sonra ama en çok şeyi seviyorum ben, mfö'den "gel gel yanalım ateş-i aşka" lan diyorum bu ne güzel şarkı taa sene 1990. ustam alaeddin'in karısı sabiha teyze beni imtihan etmek için yere para atıyor, bulursam haber verecek miyim yoksa cebime mi atacağım diye, yer mi deli gönül, bulup bulup ona veriyorum, o da rahmetlik, pencere silerken öldü. ünsal habire her sabah çalıyor, gel gel yanalım ateş-i aşka. ben sevdiğim bütün kızlara bu şarkıyı anlatmaya didindiydim, anladılar mı bilmem. aynı albümde -hani ali desidero'suyla meşhur- edip cansever şiirinden olma "geçiniz" adlı bir eser daha var idi, tavsiye ederim, edip cansever bu, kirvemiz, isim babamız. ünsal arabaları süslüyor o sıra, ben de işten fırsat buldukça alaeddin usta'nın torunlarına özenip televizyonda oynayan bir çizgi filme kaçırıyorum gözlerimi çaktırmadan, spartaküs'lü bir çizgi filmdi hatırlıyorum, bir taraftan da negatifleri basıyorum karanlık mı karanlık odalarda. öğleden sonra karpuz kesiyorum sabiha teyzeyle, ne iş olsa yapıyorum abiler. insanlar habire evleniyor, onları gözlüyorum, vesikalık bir çok insan var ki dünya üzerinde, var yani. hayır o zamanlar bu kadar içmiyorum, ama o zamanlar da dokunsan sarılacak gibiyim, dokunsan sana bir salıncak kurabilirim, şimdi söylesene üçüncü katları arasında binaların, salıncak kurabilir miyim, salınırsam ölebilir miyim. kat üç daire altı, çük gibi apartımanlar. ünsal'a dönüyorum, futbol oynayamıyor tabii ayağı sakat, ama çiçekçilik işini de iyi yapıyor. ben de dünya üzerinde henüz tek kişiyle paylaştığım bir koleksiyona başlıyorum o sıralar. ünsal parayı vuruyor yavaş yavaş, can çektire çektire ve sonunda hayalini yavaş çekimde gerçekleştiriyor, bir halı saha satın alıp işletiyor. hayatın dramaturjik öğesi burada karşımıza çıkıyor sayın seyirciler, solculuktan topallayan bir futbol aşığı son çareyi halı saha açmakta buluyor, sigarasıyla maçları izliyor. ünsal öldü bundan birkaç sene önce, karısı zehirledi filan dediler, ilçeler küçük yerler, dedikodusu bol yerler. alaeddin sağ, sabiha teyze düştü, ben de düştüm, ama düştümse sana bakarken düştüm. gel gel yani yanalım ateş-i aşka. isim babamız demişken edip bey'den bahsetmezsek az düşer gecenin ateşi. bu gemi ne zamandır burda eylemiş kendileri. bir kayık tasavvur edin ve üzerine bir kayıkçı elbet. tam yol alacakken önünü bir gemi kapatmış, ve kayıkçı sallamış salvoyu, ne zamandır burda bu mına koduğumun gemisi diye. gidemiyor kayıkçı işte, istediği kadar çeksin. köşede kocaman mendirek. önünde kocaman gemi. sahi ne zamandır burda bu gemi. sonra da şey düşün ki, sen bir kayıksın o geminin kenarına iliştirilmiş filika niyetine. orda durur durur durursun, elbette durusun, su da duru su. ama işte, gemi bu, bekler nihayetine, demir atmak gibi bir derdi vardır. ve ben bildim bileli demir atarım bir şeylere, bir takım kişilere, bir şehirlere yerlere. o zaman sor bakalım ne zamandır burda bu gemi, yani o an için ait olduğu yere. sonra şöyle bak bir de, evet sen o geminin ta kendisisin, sahi ne zamandır ordasın. şöyle de bir oyunu var ki kelime kardeşlerin, bu gemi ne zamandır hurda, bunu da sizlerin tasarrufuna bırakmayacağım elbette. ha bir de türküsü var, demedim mi ben sana yusuf'um, kayığımız batacak. o halde, metaforlar sandukamızı tıkabasa doyurduğumuz ve salıncağımızı da kurduğumuz halde, sözü şaire bırakalım son tahlilde, günler günlerimize tane tane damlarken, diyorum neden olmasın, siz de geçiniz.

27.10.2009

elvis'in en sevdiğim sözleri bazen şunlardır: you look like an angel / walk like an angel / talk like an angel / but i got wise

rolling stones'un en sevdiğim sözleri bazen şunlardır: she comes in colors everywhere / she combs her hair / she's like a rainbow / coming colors in the air / oh, everywhere / she comes in colors

doors'un en sevdiğim sözleri bazen şunlardır: she lives on love street / lingers long on love street / she has a house and garden / i would like to see what happens

ne kadar basit değil mi, beni yutan bir şey var bu havalarda,

kendimin diye söylemiyorum, en sevdiğim sözüm bazen şudur: günaydın!

26.10.2009

günaydın. dün balığa gittiğim teknedeki kaptanımız 58 yaşındaki mücahit abi idi. sakalıyla, sesinin tonuyla tipik bir balıkçı görünümü vardı, çeşitli akşamlardan kalmış bir edayla karşıladı bizi ama biz içkilerimizi yudumlarken o eşlik etmedi, antibiyotik kullanıyormuş. bir arkadaşın yakaladığı istavrit için bi ufağı götürür bu dedi. sonra radyoda bi şarkı çaldı, rodrigo'nun gitar konçertosu, hani concierto de aranjuez, adam bunu duyar duymaz rodrigo dedi. sonra bir şarkı daha çaldı, ma che freddo fa. bunu duyunca da ma ke fredo fa dedi. aramızda eklektik bir elektrik peydahlandı. vay be dedim gayrihtiyari. ben onun bildiğine şaşırdım, o da benim bildiğime. ama senin yaşın bunları bilmek için küçük dedi, sustum. kalbim dayanmıyor bu tarz şarkı kültürlerine insanların, bravo abi dedim en sonunda.

günaydın. evlenen çiftlerin düğüne giriş ya da salona giriş müziği seçmek gibi bir detleri var. işin garibi ben bunu birkaç arkadaşım için yaptım, böyle bir ajans mı kursam. evlenen çiftlere şarkı seçimi yapılır diye. siz olsanız neyle evlenirdiniz. çok romantik.

günaydın. kültablasını boşaltmalıyım. ya da başka bir deyişle küllüğü. ashtray girl diye bir figür ve şarkı vardı di mi. telaffuzu ne hoş.

günaydın. şimdi dükkanı açmaya gitmeli. pazartesileri sevmiyorum, öğleye kadar düşünmekle ve sigara içmekle geçiriyorum.

günaydın.

25.10.2009

"denizde karartı var, bu gelen kayık mıdır?"

sürün

şu son günlerin ortak bir özelliği var, ne istediysem olmadı. ilginç, çünkü böyle bir şey olmamıştı hayatımda. yani ne istediysem olmaması olmamıştı. bunu da görecekmişiz. iki gündür izmir'i bekliyordum. ilk defa urla'ya gittim, çeşmealtı iskele dedikleri çok güzel bir yer var, oraya. hatta tekneyle açılıp balığa bile gittik, sonradan hava lodosa çekince dönmek zorunda kaldık. bir şişe şarabı alt ettim teknede, fena salladı kaptan. güpegündüz öyle güzel geldi ki. üstüne bira salladım birkaç tane, söylemesi ayıp birkaç da midye, sonra da birkaç mesaj izmir'e. izmir'i fena halde bekledim. dün evde yoktum izmir'de dolaştım. geceliği on lira olan iğrenç bir otel odasında konakladım iki gecedir, alsancak'ın pek de tekin olmayan arka sokaklarında. sabah kendime geleyim diye yhüzümü yıkamak için musluğa eğildiğimde musluktan küf akıyordu. çarşaflar insan kokuyordu. kendimden iğrendim mi, hayır, kendimi kirlenmiş hissettim mi, hayır, yusuf atılgan'ın evi olmamıştı sözgelimi, bir otel odasında yaşamıştı manisa'da, oraya da gideceğim ehliyetimi emniyet mensuplarından geri alınca, eşek kafam. 408 no'lu odada kaldım, kapının arkasında otelle ilgili kurallar vs yazıyordu, altında da "müdüriyet". küçükken çalıştığım sanayideki o köhne bakkal dükkanında da duvara asılan yazıların altında öyle yazardı, "dolabı açık bırakmayınız, müdüriyet." ne güzel. paraya kıyabilsem hotel yaman'da kalırdım aslı serin'e bir selam çakmak niyetiyle. bu arada iyi şiir yazar aslı serin, bulun okuyun derim. kıbrıs şehitleri caddesi'ni sabahın beşinde arşınladım, kimseler yoktu, hava az serindi ve güzeldi. sabah uyandım kahvaltı yaptım, bari kahvaltıya çağrılsaydım. konak'a ilerledim, konak pier'in önünden geçtim, triyandafilis geldi aklıma, "gitme pierre" dedi ama ben gittim. birkaç dergi almıştım yakın kitabevi'nden, onları karıştırdım kahvaltı çayında. insanları izledim, onlar da beni izledi. insanların cep telefonlarından acaip beklentileri var, umutları cep telefonları, elleri kulakları gözleri telefonlarında, dün bütün gündüz kapattım, iyi hissettim kendimi. gözlerimin altı şişmişti yine aynada, saçlarım uzamıştı, çim adam gibi olmuştum yine, ya da kirpi gibi, siktir et dedim, berberler pazar günleri kapalı. kızlarağası hanı'na ilerledim sırtımda sırıtan çantamla, ııııı, kapalıymış, ben nerden bileyim. hımm dedim sonra, bana bu kadar izmir yeter anlaşılan. atlayıp otogara mahrumiyet bölgesindeki küçük odama geri döndüm, şimdi sana bunları yazıyorum, "mıknatıssız bir pusula olarak." insanın bütün kitaplarının yanında olmaması çok kötü. hayatın ibresi şaşı bugünlerde, ibnelik yapıyor. keyfim az bulunur bir şey değildir ama bugünlerde karaborsaya düştü. en iyisi biraz müzik.

22.10.2009

"ride the snake" filan diyor jim morrison. hiç de sevmem böyle. şarap şişeleri yüzüyor denizlerimde. deniz filan diyeceğim geliyor yolda kimi görsem, halbuki hatırladığım kadarıyla hiç deniz diye arkadaşım olmadı. ha bir de aynı şarkıdan alıntı yapmıştım yine yıllar önce, hiç de sevmesem de öyle, şöyle diyordu yine: "the blue bus is callin us." -father! -yes son! -i want to kill you. filan. andalusite diye bi maden var, andalusia civarından çıkıyor olsa gerek. yine der ki jim amca "andalusia with fields full of grain" o yüzden madenciliğe benzer bir işim var ve işimi seviyorum. facebook habire soruyor "ne düşünüyorsun?" üzgünüm ama ebeni düşünüyorum. afedersin. yahu hiç bu kadar zor olmamıştı gibi geliyor bazı akşamlar, onlara söyleyeceğim beni vardiyaya verin diye, çift vardiya çalışmak istiyorum, böylece sadece uyumak için zaman kalır.

21.10.2009

siz de kelimelerim olmadan asla diyorsanız bu şarkıyı seveceksiniz demektir ;)
tarihini hatırlamadığım, nerden baksan üç buçuk senelik bir yazı :)

kürtaja götürdüm kalbimi. doktor, 'çok büyümüş olduğunu, benim için çok tehlikeli olabileceğini' söyledi, uyardı: “ölebilirsin.” “öleceksek ölelim!” dedim. son zamanlarda düzenli çalışmıyordu, tekliyordu, yarıyolda bırakıyordu, inemiyordum, çıkamıyordum. “ya hep ya hiç!” dedim doktora. “sen bilirsin!” dedi, bir kâğıt imzalattı; geri almak istersem aynısını alamayacağıma, onun yerine ancak yeni bir kalp takabileceğine dair.

aylar geçti. yollar geçti. sesler geçti. gözler geçti. bir türlü 'ya hiç' olamadı. tekrar gittim doktora, “olmuyor?” dedim. “biliyordum!” dedi. ve bir ölüden aldığı yarısağlam kalbi taktı kendi kalbimi aldığı boşluğa. artık değiştirme şansım da yoktu. ben çocuk olabilirdim ama bu oyuncağı değildi. yeni sabahlara uyanacağımı sanıyordum. sabahlar eskidi ben uyandıkça. “geçer,” dedim. geçmedi. “diner,” dedim dinmedi. doktora çıktım tekrar, “doğal bunlar.” dedi. “hiçbir şey orijinalinin yerini tutmaz,” deyip aldığı arabanın teybinin bozulduğunu ve yerine yenisini aldığını fakat eski randımanı alamadığını örnekledi. “allah belanı versin!” diyecekken dilim sürçtü, “allah belamı versin!” dedim. ve allah bu duamı ıskalamadı. verdi. adını sanını bilmediğim, fakat yaşı yaşıma huyu huyuma uygun bir ölünün kalbini takmıştı bana pilli. pilli bebek olmuştum. artık su gibi pil harcayacaktım, tüketecektim.

sadece belli frekanslarda çalışıyordu kalbimin pili. çalıştığı şekillerde olmaktan başka çarem yoktu. onun esiri oluyordum giderek. sabahların hâlâ bir anlamı yoktu. oysa eskiden vardı, veya ben öyle hatırlıyorum. geceleri erkenden uyurdum ben. olmuyordu. uyumak için sürekli tükettiğim alkoller ise pili korozyona uğratmaktan başka bir işe yaramıyordu. tekrar çıktım doktora. son çare olarak iki hap önerdi, sızlanağrı ve vecdan. bunları günaşırı içersem kimyasal bir etkiyle sızlanağrı sayesinde ağrısızlanıp, vecdan ile vecd haline kavuşacaktım. içtim, içtim, içtim, 'bana mısın?' demedi. alkolle sulandırıp içtim, kâr etmedi.

bir daha uğradım doktora, giderek bitkin. “eski kalbimi ver,” dedim üstüne yürüyerek. “artık çok geç,” dedi. “bari ona bir şeyler anlatayım?” dedim. “işe yaramaz!” dedi. “o zaman bana bir ilaç daha ver!” dedim. “yok ama alternatif tıbba başvurabiliriz.” dedi.

artık hiçbir tedaviye cevap vermiyorum.

“durucam burda
gidişini seyredicem
kıpırtısız, sakin gibi görünücem
kavgasız olucak
fırtınasız olucak
saçmasapan olucak
organlarım birbirine vurucak
arkandan sessiz bakıcam
ben yine salağım diyicem”
bundan yirmi yıl kadar önce öğle yemeğine eve giderdik hanımla. evde yerdik yemeğimizi, hem daha az masraflı olsun hem de ev yemeğinin tadı dışarda yok diye. ve tekrar mesaiye dönerdik. o kısacık zaman diliminde bile pantolonum kırışmasın diye çizgili pijamamın altını giyerdim. hanım yemeği hazırlarken radyoyu ayarlardım. bir tek radyo 4 çekerdi ve zaten özel radyolar yoktu o zaman. çocukları çağırırdık sofraya, onlara öyle bir imrenirdim ki yemeği yedikten sonra işe gitmeyecekler diye. onlarsa sıkılırlardı o boşluktan. geçenlerde oğlan telefon etti, "baba seni şimdi anlıyorum," dedi. "sen beni daha çok anlayacaksın, hayat yeni başlıyor evlat, daha ikinci raunddasın." dedim.

eski boksörlerdenim.

20.10.2009

bir sürahi aldım elime. maşrapa da dediler sanki kimileri ona. sürahi yahu, zürafa boyunlu. armut boyunlu çocuklar geldi aklıma. içi başka dışı başka. bugünlerde kayığın iki küreği gibi geçiyor zaman, birini çekiyorsun gece olmuş, diğerini çekiyorsun sabah, eskiden çok düşürürdüm kürekleri suya, şimdi düşmüyorlar, biri fena halde bağlamış. aklım da şey gibi bugünlerde, çok katlı plazaların asansörleri gibi, gibi'yi benim kadar çok kullanan iyi şair gördünüz mü, göremezsiniz ama bu da bana ne ifade eder, bir düşünce yukarı bir düşünce aşağı, üstelik sınır da yok ha, yüz düşünceden fazla binemez desem dinletemem ki kendimi kendime. ali baba her gece aç yattı, iflas etti birden battı, ali baba meteliğe kurşun attı, aranızda ali var mı, aliler bir adım öne. bir insan bu kadar mı iyigecelersiz olur. kahya atımı hazırla. siktiret kahyayı, kalk gidelim küheylan. en çok çanları ilgimi çeker katedrallerin, beşiktaş'tayken de en çok çan çalınca bir garip olurdum ezanın gücüne gitmesin, ikisi farklı. ha, hiç bir levantenle tanıştın mı, bir rumla iki satır sohbet ettin mi derlerse buna cevabım beni de mahcub eder. gittim kitap okudum beşiktaş çay bahçelerinde, bok var gibi. barış manço'nun tanbur taksimini es geçmeyelim olur mu. bu cümlelerin hepsi bir hazırlık müsveddesi, gelecek yakında büyük eser, opus magnumlarım kopacak, psychedelic tsunamiler kopartacağım çalacağım çanlarla. çanlarınızı çalıp kaçacağım, kapınıza ters dönük ayakkabılarımı asacağım, buraya biri gelmiş ben yokken diyeceksiniz, orda mutlaka bir iz bırakacağım. bugün kadıköy sahaflarından topladığım serdar koçak kitaplarını karıştırdım sekseninci defa, ve artık bu herifi anlayabildiğime okuyabildiğime sevindim. şimdi bir web sitesindeki herhangi bir linke tıkladığında açılmadığı zaman sabırsızlanıyor insan, peki geçmişte kulaklarını kibritle karıştıran büyüklerimiz, onlar nelere sabırsızlandılar, ne kadar da gereksizmişim gördüğüm gibi. hayatım shuffle moduna geçti gene, böyle olsun istemezdim ben de.

in sevdiğim ruhum enat edebilmek.

de alto cerdo voy para marcane
luego a cueto voy para mayari
out of the blue'nun birdenbire [damdandüşergibi] manasına geldiğini öğrenmek beni şu yaşımda ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. teşekkürler türkiye.
bugün beni izmir'e çıkardılar. hava güneşliliydi. uzuzuzuzun zamandır güneşi böylesine İÇİMde hisssetmemiştim. iş arkadaşımla olan zevk uyuşmzlığmızdn dolayı istediğim gibibi gezemedim ama ama yine de izmir gözüme pek şatır gözüktü. gülüsmedi bana. yalnız olsam yazı bile yazabilirdim ya da izmir'in güneş alan bir köşesinde oturup bir derginin yeniyeni sayısının sayfafalarını karşıtırıyor olabilirdim, bana kalırsa biçiçimçilk b < öyle bir şey. ama konunuzun bununla ilgisi .

kaydı yayınla. şimdi kaydet. kayıt seçenekleri. guns and dolls. bir harmanım bu akşam.

falcı demiş ki oğlunuz çok içine atıyor, hahah dedim, nerden çıkarmış. kafayı yiyecek demiş. vay anasını dedim, bi hahaha daha PATlattım ve h a v a d a yankılan kılan kılandı. o değil de, ne peki, nedir yani. falcı demiş ki bahtı açık görünüyor, bir oH çektim duyunca. çok üzüldüğü bir olay olmuş geçtiğimiz haftalarda demiş, hay ağzını öpesim geldi dedim falcı bacının. refleks midir nedir, para aldı mı diye sordum.
kırık olduğu zaman alçıya alarak geçirebilirsiniz, en kötü ihtimalle yanlış kaynar. ama çıkık öyle mi ya, takarsınız yine çıkar.

şimdi de boat club'dan memories dinleyelim o zaman. sabah çıstağı. ya da the dø'dan "on my shoulder" onu da siz bulun.

tanrım bence bir mukavele yapalım, sabahları biraz daha uzatalım.
günaydın mı?

19.10.2009

"hello,
i am johnny cash,
get the rhythm!"

yazmak ne zor imiş zo

akrep tarafından sokulmuş olmayı biliyorum, deneyimledim, öyküsü var, komik. birisi üstünü açtığında örtmeyi biliyorum, düşünebilirim bunu, güzel şeydir. yoğurt mayalamanın inceliklerini bilmem ama görünce anlarım. bahçıvanların nasıl çalıştıklarını gördüm, bizzat tecrübe sahibiyim küçükten. saksı toprağını değiştirmeyi bilirim, zamanını da az çok kestirebilirim. içine su koyduğum bir toprağın kil kum oranını suyun aşağı geçiş hızına göre anlayabilmek sadece bana verilmiş bir yetenek değil, ama bununla ilgili tek bir kelime edebilmek gerekir insanlarla, ama bunlar pek konuşulmuyor değil mi aramızda. inşaatların önündeki kumları suyla karıştırıp içine elimizi sokup mağara yaptığımız günleri hatırlayabiliyorum, ama bunları hatırlayabilmem için bir hatırlatıcı lazım gelir, deniz kenarında kumdan kale yapmadım ama yapan bir arkadaşım olsun isterim. çok sarnıç gördüm, görenleri içine girenleri dinlemek isterim, sarnıçları başkalarının dilinden de duymak isterim. duymaktan da ziyade bir sarnıç ziyareti gerçekleştirmek isterim, işte bu yüzden mesela sen. file ile sebze meyve taşımadım hiç, sadece süpermarketlerde filelere konmuş soğanlar limonlar canlanıyor gözümde ama bir pazar arabası önümde düşünceli ayaklarla hanımı takip ediyor olmak bir hayaldir yine gözümde. otobüs duraklarına dayanıp ellerimin durakların demirlerinin küfü gibi koktuğu anları unutmam. sigara içtiğim zamanlarda kokusu ellerimden gitsin diye bozuk para oynadığım zamanları da, hiç de sevmem o metalik kokuyu. yaşlı insanlara, yük altındaki genç kızlara yardım etmeyi severim. centilmenlikten filan değil, başka bir türlü bir şey bu, benim istediğim, dil çıkardım burda. kara kedi görünce saç çekmek mesela basit bir şeydir. ya da ne bileyim ‘ben kendimi gülün dibinde buldum’u kim söyler diye sorabilirim durduk yere sana, bilmen gerekmiyor elbette, ben sorabilirim sadece, bunu da bilmen gerekmiyor. hiçbir şeyi bence bilmemiz gerekmiyor, ama yine de gerekli gereksiz ne çok şey biliyoruz, ya da gerekli gereksiz bilmediğimiz yine ne çok şey var, hımm ilgin. soğan ekmek nasıl yenir bilirim, taze soğanla özellikle, dalından. ıslak bir mendili kasketinin altına takmış serinlemeye çalışan bir köylü amcayla görsen şaşarsın aram nasıl iyidir. sümüğünü selpaklardan ziyade mendillere silen bir nesildenim, ne kadar da tasarrufluymuşuz di mi. sigarayı kulağımda taşımadım hiç, ama lisede yeni başladığım zamanlarda babam anlamasın diye pakedi çorabın içine soktuğumu hatırlıyorum, ha bir de ayakkabılarının arkasına basarak yürüyen dayıma özendiğimi de  bana masaj yap istiyorum anlıyo musun, tabii her şey karşılıklı. pencerelerin önünde boy boy saksılar olması tercihimdir elbette.

bu kadarı da fazla.

18.10.2009

bindi indi

zaman çok iyi çay demliyor

15.10.2009

bir muhabbet kuşu

ıhmm. hasta oluyorum ve bu keyfime mani oluyor. ayrıca ne demiş şair; "mani oluyor halimi takrire hicabım." evet sayın seyirciler bir ne idüğü belirsiz akşamımızda yine beraberiz. harflerimin bazıları eksik çıkabilir bunun farkına varmalısınız çünkü fena halde hastayım. şayet iki günde bir paket sigarayı iç edememişsem hastalığımın ilk safhasındayım manasını işaret eder, şayet üçüncü güne sarkmışsa aynı paket o zaman bu hastalık ilerlemiş demektir. ama bir hastalığın ilerlemiş olması iyileşmeye de ilerlenmiş olduğunu anlamına geldiğine göre buna burdan da yakılabilir. may man my moon söylenmesi ne hoş bir şarkı. sonra birkaç yeni şarkı öğrendim işte bugün, ne güzel ama yatarak yazmak durumundayım çünkü bir mahrumiyet bölgesinde ne bir kuş ne bir ıhlamur. çok güzel. facebbok'ta paylaş. paylaşım için çok tşk. benim için biliyorsunuz öncelikli olan yüz güzelliğidir. yüz güzelliği hani bunu süz güzelliği. bilmelisiniz. paylaşıma bak şakir, ne güzel, vücutları paylaşıyorsunuz, ruhları paylaşıyorsunuz, elleri paylaşıyorsunuz, ayaklarınızı paylaşıyorsunuz, donlarınızı görüşüyorsunuz. bu arada bir insanın en mahrem yeri benim gözümde iç çamaşırıdır, iç çamaşırının örttüğü bölgeyi kastetmiyorum, kendisinden bahsediyorum. sonra hadi bakalım hoşça kal, kendine iyi bak, bakarsınız ya bakmasına da geride kalanlar ne olacak. orhan pamuk müzesine mi kaldıracağız yatsı namazını müteakip. siz hiç musalla taşı üzerinde bir cenaze kaldırdınız mı aman bunlar çok iç acı. geçiyorum lütfen bu kutuyu. kutumda büyük var acur bey, hissediyorum her şeyi hem de çok. altıncı ve yedinciyi boş bırakmış allah'ım ama beni sekizinci hissimsiz komamış. evet hastalık beynime sirayet etti, ordan da önce ak ciğerlere ardından kara. bunun da sonu komaymış. şayet, şayet, okut öğret ve nihayet, şayet şu yazardan bile iyi yazıyorsunuz denme ihtimali bulunsa idi bana, şu yazar kutucuğunu kimin, kimlerin isimleriyle doldururdum acaba. bugünlerde laptoplar çok hasta ve saatler iyi çekmiyor, hahah, zamanı elbette ya neyi sürçeceklerdi bu dillerimiz. dillerimiz aah bu çok şey ama günâhkar. seni düdüklemek isterken ben zaman, bu ne kötü kelime sen ne bu böyle kötü bir çocuk oluveriyorsun sinirlendiğinde. ama anne o da bana salak dedi.

bugünlerde ister misiniz her gün blogun adı değişsin. bir gün birmuhabbetkusu nokta blogspot olsun diğer bir gün ise ne bileyim işte sonra kalıma gelince yazarım. siz biliyor muydunuz, birisinin evinde ilk kez kaldığınızda yastığınızın altına anahtar koyup huşu içinde uykuya yol alırsanız, o gece rüyanızda evleneceğiniz insanı görebiliyormuşsunuz. ben bunu daha yeni öğrendim, yirmisekiz yaşındayım ve hâlâ okula gidiyorum. okulların çeşmelerinden avcumu dayayıp su içiyorum, ama avcum o kadar küçük ki çenemi tam kapatmama yetmiyor ve su göğsüme doğru akıyor. hafiften içim ürperiyor.

sizlere bu akşam izmir'den sesleniyorum değerli dostlarım. yağmurlu ılık ve mükemmel bir hava aldırıyor bugün izmir insana, inanana. o virgülü oradan çekersen bir dünya değişir dostum. çekme herkes durduğu yerde dursun. bir cumartesiyi daha harcamış bulunuyoruz ey ahali. bu cumartesiler bir acaip. gözlerimin üzerinde bir ağırlık bir ağırlık sormayınız sakın. sakınlıkla ne demektir?

akşam yemeğinde gördüm. bi tane işçi kız var. sürekli kulaklığı kulağında çalışıyor. yemeğe yalnız gidip yalnız geliyor, değil aslında, ben bugün öyle gördüm. ama ne demiştim size, anlam insanın yüzünden akar akar akar. bunu unutmamalıyız bıldırcın. hımm, bunu ne güzel diyen b,r insan. nazım'la söz vermiştik birbirimize, yeliz'in yalan şarkısına yaptığı girişteki gibi "yalan" diyen birini bulursak hemen evlenecektik. beni sevdiğin var ya, o bile yalan dın dın dın. bu haftaya eskişehir'de başladım. güzel bir olay oldu benim için. ya da hoş bir paylaşımdı eski arkadaşlarımı görmek. birlikte içki içip bol bol sohbet etmek. gençliği gördüm eskişehir'de. uzak da düşmüşüm ordan ama soranlarım diyor ki sanki hiç gitmemişsin gibi. benle olan arkadaşlıkların en güzel yanı da bu olmalı, hiç gitmemişim gibi kalındığı yerden genellikle başlanabilmesi. dedim ya yıllar çekmiyor burda. penceresi yağmurlu bir ev mi gördüm yoksa balkonunda sigara içilen. balkonlar bana atlamayı hatırlatır, ne de çok atıyorum değil mi. "give me the words / but tell me nothing" demiş şarkı. ya aslında var ya, yazmak istediğimden ya da yazabildiğimi düşündüğümden filan değil, zihnimi ferahlatmak için uzatıyorum tamamen, o umutla yani, ama bu defa da içim elvermiyor senin için, o yüzden kısa kes ve okuma bence, çünkü kendimi sorumlu hissediyorum saatlerin öylesine iyi çektiği yerler için.

görüldüğü üzere uzun zaman aradan sonra bir cumartesiyi alkolsüz geçirmek inandığım değerleri sorgulatmıyor elbette bana, sadece şey yapıyor, hasta olduğum için içemedim. tabii yatakta pozisyon üstüne pozisyon değiştirmekten bi hâl olmakla bi alakası yok kötü ve anlamsız yazmamın. alakası yok galaksideki yıldız savaşlarının sürmesinin. tanrım, tarnım, usumu dolaştırıyorum gezegenlerinde. kral fm'i en çok da dj'lerinin lakapları sayesinde sevdim, çünkü ordan halk akıyordu resmen, mesela; gezegen mehmet, afrikalı ali, nöbetçi erdem. bugün birçok alıntı yapmak istiyorum efendim. bunu gerçekten istiyorum ama aklıma bir şey gelmemesinin murphy kurallarıyla ilgisi nedir acaba. ya da bir çayda dinamit patlatıldığında balıkların halini gördünüz mü, ben gördüm, aynı benim kelimelerime benziyor.

geçen hafta bi folklor gösterisinde tuttum ağladım, hıçkırmamak için zor. sonra yahu dedim gözlerim şişiyor bu günlerde, allahtan karanlıktı. her şey allahtan. bizler hayır ve şerrin allahtan geldiğine inanan kullarız.

ben de hasta kullarındanım allahım. bu yazıya dün başlandığından amma velhasıl çocuğumuz hastalandığından bugüne sarktı. pencere arkasından sokaktaki arkadaşlarını seyreden çocuk gibiyim. ya da iki kızkardeşten iskeleden ayaklarını sallayıp suya yetiştiremeyen biri. olmadı yar, su testisine dolmadı yar. asya söylüyor. bu gece bir his devam edeceğimi söylüyor.

11.10.2009

eski yara

tam üç sene geçmiş üzerinden şu yazının. ne de çabuk. mükerrer. attilâ ilhan'ın ölümün üzerinden dört sene geçmesi gibi, bu da onun etkisiyle ilhamıyla yazılmış bir yazıydı. koyalım bakalım.

use your illusion i

loş ışıklar altında bir adam ağzından duman duman hareler çıkarıyor. kalemin ucu açılıyor. kokulu silgi zor günler için saklanıyor. arkada efkârlı bir orkestra deli günler için keyfekeder şarkılar notalıyor. beş haneli bir porte üzerinde bir kuş ötüyor. esrârengiz bulutlar hemen pencerenin kenarında nöbet değişiyor. yeni dinmiş yağmurun çatıda kalanları aşağı süzülerek balkonda rakı içiyor. şarkılar geceyi tercüme ediyor. aklî dengesi tuhaf bir melek gecenin üstünü örtüyor. bir mezartaşının üzerindeki harfler yer değiştiriyor. yıllar yılı karşılıksız kalmış bir çek karşılığıyla karşılaşıyor. bir baba oğlunu en yakın okula yazdırmış bulunuyor. adam, ceketinin yakasını kaldırmış, bir sokak lambası altında durup sigarasını yakıyor. bazı zorulara bazı cevaplar bulunuyor. harita üzerinde bir noktadan geçen tren mola veriyor. kum saati ters dönüyor. meyhaneden selam vererek çıkan adam fötr şapkasını takıyor. kolluk kuvvetleri bir zanlıyı gözaltına alıyor. bir doktor bir hastanın göğsünü dinliyor. bir kadının saçlarından bir tanesi bir havuza düşüyor. bir ördek yürüyor yürüyor. yolun ucundan godot beliriyor. cuma, eli kulağında çağrılmayı bekliyor. çok uzaklardan, âşina olunmayan alfabelerden gelmiş bir harf, a ile b'nin arasına giriyor. utangaç bir delikanlı, içinden biraz sonra söylemeyi tasarladığı cümleleri tekrarlıyor. gıcırtılı bir kapıyı açan köylü, avludaki tuvalete yürüyor. bir el feneri yıldızlara tutuluyor. gece büyüyor. terzi, gözleri yorulmuş, iğneyi parmağına batırıyor. gece vardiyası uyuyor. bir adam, yıllardır aradığı şarkıyı buluyor, tüyler tüm dış temsilciliklerde diken diken oluyor. belki de ilk kez içmeden sarhoş olmak öğreniliyor. bir damla, yolculuğa başlıyor, tam gamzenin üzerinde mola veriyor. bir bilinmeyen'in nefesi ılık ılık tüm odayı tavaf ediyor. bir çocuk ayakkabı bağlamasını unutuyor. bir palyaço boyalarını siliyor. bir küllük daha boşanıyor. bir köpeğe bir araba çarpıyor. bir bilinmeyen, bilinmeyen bir şiir okuyor. bir kürdan damağa batıyor. bir erkek, sevgilisinin evinde yatıya kalıyor. bir refakatçi, elinde serum şişesi sızıp kalıyor. bir çakmak yanmamazlık ediyor. bir adam, eski günlerindeki gibi şevkle yazdığını hissediyor. bir bilinmeyen, şarap içip göz kırpıyor, ki kişinin içi yanıyor. bir lamba cini lambadan çıkıyor. şimşek, dağlar arkasından detone bir ıslık çalıyor. akordiyon, derin bir nefes çekip onu üflüyor. bir parmak kapıya kısıp kan topluyor. bir teyze gözlüğünü takıp kur'an okuyor. bir kadın ayna karşısında yuvarlak pamuklarla rimelini farını siliyor. asfalt, yağmur tazeliyor. ocağa linyit atılıyor. bir pamuk helva uykuya dalıyor. bir balon yükseliyor. kelimeler yine yapacağını yapıp kifayetsiz kalıyor. bir bilen, bir bilinmeyen'i aynı düzlemde doyasıya öpmek istiyor. denklemler çeşitleniyor. mevsim değişiyor. minareler ışıklarını yakıyor. bir radyonun pili bitiyor. bir nine torununa masal anlatıyor. şarkılar başa dönüyor. harfler halay çekiyor. takvim bir anlığına boşluğa düşüyor. inanır mısınız, ay âşık oluyor. hayat devam ediyor. şehir ramazan kokuyor.


use your illusion ii

bi bas gitar bir yerlerde geceyi yokluyor. just a perfect day. eski ramazan zamanları kömür ve kestane kokuyor. kestaneler işportaya düşmemeli, bunu nasıl hayra yor. sen elimi tut istiyor. bir müzik kutusu çalıyor, üzerinde balerin dans ediyor. bir aşk, büyük cümlelerin sonu oluyor. bir hormon salıncakta usul usul salınıyor. ütülü pantolonlar kırışıyor. birileri evini özlüyor. bir akşam sen bütün yüzünle bana doğru eğiliyor. geçtiğimiz yollarda iplerimizin ucu kalıyor. bir renk sorusunun cevabı lila oluyor sırf isminin güzelliğinden midir bilinmez ve yazının yönü değişiyor. wish i were there diye şarkılar hahaha yerle bir oluyor. bir yıldız daha kayıyor. ya şehr-i ramazan hoş geliyor. daha sen de ben de iki çocuk oluyor. ellere kolonyalar dökülüyor. camlar artık kırılmıyor. yağmur kaçakları saçak altlarına sığınıyor. book antiqua bir yükleme tamamlanıyor. evlerde çaylar demleniyor. dokundukça gülün rengi güzelleşiyor. anne, benim çişim geldi diyor. sen elimi ne güzel tutuyor. ay denize düşüyor. belli bir nedeni var ki öpüyor. telâşa mahâl olmuyor. zülüf yüze dökülüyor. ömür belki de seni sevmekle nihayet buluyor. hey, mevsim devriliyor. rûyalar gerçek oluyor. you are my sunshine. şiir okuyor. haftalar ellerimde ufalanıyor.

zepur gı tarnam

bu ispanyol bir sabah. anna karina beni aldattı rüyamda. rüyalarım beni çok aldat. sen de bana sizin evin önünde ip atlat. ya da bir kahvaltı masalı anlat. anna beni fena halde sırılsıklam aldatması yok mu. ruhu var olmalı yazılanların hiçbir şeyi olmasa bile. bu ispanyol pazar pijamalarıyla, izmarit kokan otel odasında ya da lojman tek göz, yalnızlık zor zenaat azizem. akustik bir tonlama çınlıyor kulaklarımda. cover yapıyorum eski sevgililerime her defasında. hayır hayır hayır, bir şarkıya göre değişmemeli insanlığımın ruh hali. ve isa bence de gelmeyecek, işi çıkmış. mad about you. üzgünüm üzgünsün üzgünüz leyla. türk şiiri beni niye tepti, bir şairine aşık olmuştum diye mi, vallahi öptürmem. hani bir şarkısı var her şeyin sanki. o değil de insan nasıl hiç görmediği birine aşık olabilir mi, bu umudun bir temsili midir, hiç bilemem anlayamam. bir paket tadım nohut duruyor masamın sol ucunda, demirbaş çizelgesinde "1 adet makyaj aynası masası" diye geçiyor bu masa :) aynalı bir sazan mıyım neyim. aynası da var yani. işbu gördüğünüz üzere makyaj yapıyorum yaşadıklarıma, ve bir güzel gözler görsün diye kamuoyunun takdirine sunum yapıyorum. yarın da eskişehir'de takribi yüz kadar kişi önünde bir sunum yapacağım. kimisi alkışlayacak kimisi bozguncu sorular soracak, hiç samimi bulmuyorum yaptığım bu şeyi, ama deveye deve demekten de acizim ya da neydi hendekten geçene kadar ayıya dayı mıydı. dayıya dayı derler bizim oralarda. hımm, bozgunum leyla. o şimdi şehit. rüyamda anna'nın göbeği hamileydi. bu güney amerikalı pazar sabahında yeni şarkılara ihtiyacım var. gezdir beni dediysem beni gezdirmen içindi elbette. gözlerimi de gezdir diye, elimden tut için. gizdir beni beni. bugün benim hafakanım var adımla kafiyeli.

şimdi buraya bir şarkı ekleyeceğim, adı güzel kendi güzel bir şarkı. adıyla melodisi tezatlık içeren bir şarkı. bu da benim sana pazar hediyesinim.

9.10.2009

shiny happy people -eski bir yazıdır

Eski bir balkan dedesi dedi ki, “Bizim zamanımızda tütün kolonyası vardı, keşke şimdi bütün gençler yumuşatıcı koksa.” “Ama dede,” dedim, “sen biliyor musun ne kadar çok çeşit yumuşatıcı var, Vernel’den Yumoş’tan Bim işi Bulut’a kadar. Sizin derelerde çamaşırlar külle anonim olarak yıkanıyordu tabii. Hiç unutmam Beşiktaş Mis Çamaşır Temizleme Evi’nde bir valiz dolusu çamaşırım kaybolmuştu, kaybolmadan gelenlerin yumuşatıcı kokusu ise hâlâ burnumda tütiy.” Dede devam etti: “Beni tanımak demek aşure ve tütün kolonyasıyla hesaplaşmak demektir, ayrıca bugün sabah kahvaltı ertesi sekizinci sigaramı içerken yerde selamlaştığım Falım sakızlarının 1713 nolu manisinde diyor ki: ‘Sevda kuşu tıklattı camı / Güzel kuş al şu derdi gamı.’”

“Allah beni çok güldürüyor dede, onu seviyorum,” dedim, coşuverdim: “Geçenlerde bir arkadaşın kitabında bi testle karşılaştım, hani şu kişilik testlerinden, geyiğini severim onların, ön beynimi kullanıyormuşum ben dede. Beyin düzleşmesi var ayrıca bende. Hani şu saçlar önden hafif hafif gidiyor ya F16’lar gibi geçtikçe haftalar* ve yıllar, ben onu yaşım geçtikçe ‘open minded’ oluşuma yoruyorum, iyi mi!”

“Cumaları ihmâl etme,” dedi ve tabakasından bir sıgara çekti.

Ayağım bütünüyle su birikintisine battığında, ‘hay mına koyim’ demeden önce, ne kadar da yumuşatıcı bir insan olduğumu düşündüm. Sahi.

*Murat Menteş'e aittir.

belle

esmeralda’yı sırtında taşımak.

tüm meselem taşımaktan ibaretti kamburun çağımızdaki olumsuz bütün anlamlarına rağmen. taşımak ve taşınmak arasındaki o küçük kamyonet dizel kokulu. taşınmanın en büyük stratejisiydi benim gözümde böl ve yönet. yükünü sırtına alan ve hiçbir şeyin farkında gözükmeksizin dehlenen bir eşek gibi, ya da semt pazarı çıkışında eli çantalı hanımların kalçalarından ziyade yüklerine odaklanan bir hamal gibi, kamburum çıkacaktı benim de yakında. lakin hamalların kamburları çıkmaz. bir kamburun bütün irkitici çağrışımlarına rağmen, kambur bir sırt çıbanıdır ama büyük, çünkü gözlerim çok büyük. sırtım emre amade. yaşanıldıkça yaşlanıldıkça kamburumu sanki pürüzlüyor ve boşaldığını zannettiğim yükün yerine yenisini koyuyordum. bir de baktın ne göresin, kambur olmuş apartıman, gökdelen. taşınmak gibi, artık sırtıma yeni nesil teknolojilerle çıkabiliyorum ancak, uzatıyordum dışardan şişelerden yaptığım merdiveni, hiç içime yani apartımana girmeme gerek kalmıyor. eskiden babaannemi uyutup kaçtığım birinci kat pencerelerine çaktırmadan dışardan girmem gibi şimdi de taşınacağım eve penceresinden giriş yapıyorum, değişmedim yani ben, sadece düşmemeye dikkat buyuruyorum

çişini bazen tutamayıp yüzüme işiyiveriyor zaman.

8.10.2009

hata

bazen durduk yere teşekkür edesim geliyor bilmem size de oluyor mu. bazen akşamın yemekten sonraki bölümüne sezen aksu'yla girişmek istiyorum nedenli. çoğunlukla müslüm gürses adını duyunca aklıma iki adet bira da hücum ediyor. kaç yıl geçti aradan'ın 45'lik versiyonunun girişini çoğunlukla çok beğeniyorum. bazen çoğunluğun beğenisine kendimi kaptırdığım için herhangi bir rahatsızlık hissetmiyorum. öğretmenler gününe çıkarsam bu sene de akşam dokuz sularında ilkokul öğretmenimi arayıp hocam-öğretmenim çelişkisine düşeceğim ama sonunda hocam'da karar kılacağım. kurban bayramına çıkarsam da iki tek namaz kılıp caminin sabah serini ve yeşil havasını içime çekip insanlığı düşüneceğim, ayaklarımın ne kadar da üşüdüğünü anlayınca vaize geri döneceğim hemen allah'a bir tek özür eda edip. aralık'ın onikisine çıkarsam uzak bir yere gideceğim bir süreliğine, geri dönme ihtimalim yüksek. insan üşümeye ayaklarından başlar. dur sana bir şiir yazayım ister misin: ayaklarından başlar bir insanı sevmek. tepeden tırnağa değil de, tırnaktan tepeye. olmadı, devam edelim: ayaklardan yorulunur başlanmaya, ve ayaklarda son bulur yorgunluk. olmadı: en çok ayakları üşür insanın. altı ay oldu sevgilin ayağına dokunmadı. olmadı: bir bitki olsam ayaklarımdan içecektim belki de birayı. olmadı gördüğün gibi. ama benim pes etmemek gibi bir huyum olduğunu da bilmeni isterim. ben de isterdim tabii ki uzun ince ve kemikli ellerim olsun, ki gördüklerinde "sen iyi resim çizersin" desinler. "hayır!" diyeyim ben de, "asla çizemem, ama sana helvacıoğlu flüt çalmayı öğretebilirim, sakız da ısmarlarım sana yanımda cak cak çiğnemeyeceksen, cocostar kinder sürpriz filan," [vir gülü fark ettin mi] [çok sevdiğim bir şairin kızının adını gül koyduğunu öğrendiğimde o kadar sevindim ki az bulunur bir sevinç değeri taşıyor idi benim çün.] evet, söyle şimdi bu gönül ne dinlesin? ne dinlese beğenirsin? [çaktırmamalıyım]

yanda görmüş olduğunuz ve de görmeye devam etmenizi umduğum fotoğrafların sizce ortak paydası nedir? paydaları eşitleyebildiniz mi? ne kaldı bu klişenin üstünde? hayır canikom. "sevdiği filmleri koymuş, hem de isimlerini vermeden, ahahah, bunun isimsizini bulamamış, araya da bir albüm kapağı gibi bir şey sıkıştırmış," mı dediniz yoksa? ya da şöyle, "hımm bunlar güzel olmuş, ama çok klasik, aa bu nerden acaba, bu herif daha birkaç gün içinde her anlattığında bir anlam olduğu gibi bir şeyler yazmamış mıydı, bana bir şey mi ifade etmeye çalışıyor," bence böyle demiş olamazsınız. hem bakın ne kadar da interaktif bir blog yazarıyım, anket yapar ve kendim cevaplarım, artist değil miyim yorumlara da kaparım. hayır balam mesele öyle değil. belki de şöyle dediniz: "hımm, bu fotoğraflara bakmaya alttan başlasam tipik romantik bir insanla karşılaştığımı zannedebilirdim, bir kız bir erkekli fotoğrafları koymuş, kimilerini şu şu şu filmlerden almış, ayhh fazla geldi bana bu romantizm diyebilirdim ama bu iki erkekli görüntüler de gelince bu teorim ifrata kaçtı, biseksüel filan mı yoksa, bu blogger'lardan da her şey beklenir." ipucu vereyim mi balam: iki. bu fotoğrafların hatta hayatın ortaklığı bu şiirden çıkacaktır: iki, misal vereyim mi edi ile büdü, laurel ile hardy, kuzen larry ile balki.

bu arada izmir güzel şehir, tavsiye ederim. ayrıca bak teşekkür edesim geldi.

bugün çok yoğun geçti epey geçenki günler gibi. yazı yazmaya kafam yok ama madem tekrar açtık blogu diye yazıyorum. içkiyi biraz fazla kaçırıyorum son günlerde, ama bu altıbuçukta kalkmama engel olamıyor. yoruldum yani bugün ama ben aldırmayabiliyorum, ne güzel. odamda resmin olsa kaldırmayabiliyorum. sevdiğin şarkıyı çaldırmayabiliyorum. o değil de, bunların alıştırma turları olduğunu beni tanıyan pek kıymetli blog okuyucularım bilirler, yoksa inanmalısınız ki bu kadar ben'e ben de alışkın değilem. bugünün ne kadar da yoğun geçtiğini nasıl mı anladım. öğle arası yemekten sonra, sabah çıkan bir arızanın yarattığı moral bozukluğu nedeniyle biraz morale ihtiyacım vardı, özkan'a sordum onda yokmuş, engin'de de yokmuş, nurcan hanım'da da taze bitmiş. ben de gittim kantine ve bir adet söylemesi ayıp ayıntapfıstıklı çikolata ısmarladım kendime, o sırada bir telefon ve hemen gel arıza büyüdü dediler, çikolatayı popo cebime koydum. akşam odama geldiğimde pantolonumu çıkarırken biri bağırdı, "çıkar artık ulan beni arızalı herif." bir de baktım ki bizim çikolata çorba olmuş. sonra dedim ki kendime bugün yoğun geçmiş hakkaten.

altı ay yazmamazlığımın acısını çıkarmak istiyorum ama beynimde öyle bir kimyasal dengesizlik farkı var ki tam yazacakken alıp beni şarkı seçmeye götürüyor. musîkiye bayılıyorum. aklımda bir şarkı var ve bunu herkesle paylaşmamak adına buraya yazamıyorum. noktalamaya konuşurken pek dikkat edemiyorum, küfür sarfiyatımın arttığını hissettim son günlerde, "küfür yok," diyorum kendime. ama mesela 'le vent nous portera'yı bir türlü eskitemiyorum. bazı insanlar bazı şarkıları eskitemezler bilirsiniz. sahi başka neleri bilirsiniz, ya da nasıl bilirdiniz. uzun yıllar aradan sonra sigaramı değiştirdim, demek ki tekrar değişikliklere açık bir insan oldum, ama hâlâ pek prezentabl sayılmam. bugünlerde italya'yla bol bol telefon görüşmeleri yapıyorum hoşuma gidiyor. sahi, italya gezimin üstünde durmuş muydum. ahaha, merak etmeyin facebook'a boy boy fotoğraflarımı koymadım colosseum'un önünde, ama çektim tabii. benim de bir adet lomo'm olsun istiyorum. tabii ki kızlar beni sevsin diye değil, ben kendimi daha çok seveyim diye. 'charlotte sometimes'ın girişi beni hâlâ mest edebiliyorsa mesela. eskişehir'deki son terk ettiğim evimde çok güzel hoparlörlerim vardı ve bir 'faith' bir de hemen ardından 'the holy hour' dinler dinler dururdum, bak şimdi nasıl da hatırladım. bugünlerde çok unutuyorum, ama bazı acıları da zihnimde rölantiye alıyorum. bazı insanlara olan kızgınlıklarımı aldığım gibi, rölantide çalışınca müziğimin yüksek sesi sayesinde onları duymayabiliyorum. bazen de her şeyi unutmaktan ölesiye korkuyorum. eskiden çok sevdiğim bir şarkıyı çok uzun zamandır dinlemediğimi fark ettiğimde oluyor en çok da bu. bakın bu yazımda hiç şiirsel cümle kurmamaya özellikle dikkat ettim ve elimden geldiğince uzun tutmaya gayret ediyorum, edeceğim, çünkü ne kadar uzunsa o kadar okunmazlığı artar ya da hızlı okuma tekniklerine açıklığı artar. rakı bardağını ne kadar da güzel tuttuğumu hiç söylediler mi size, ya da çay bardağını tutuşumdaki hakikilikten bahsettiler mi. vallahi ben demedim. lakin şunu hatırlıyorum, iki hafta önce eskişehir'e sevdiğim iki arkadaşın düğününe gittim, gelin arabasının şoförlüğünü yaptım :) akşam nikahtan sonra meyhanede yaptığımız açılımın son karesinde kendimi elimde mikrofonla ardı arkası gelmeyen istekleri icra ederken gördüm. bence de, gülünce gözlerinin içi gülüyor.

bugün doğan kız çocuğu için karaca adını öneriyorum, ne dersin. mandalinalar çıkmış bile ama seni olduğu gibi her şeyi mevsiminde seviyor bu deli gonül, yiyemem ki şimdi mesela kirazı. kiraz, sahi ya, kirazdı değil mi kızın adı. babam rakıdan sonra bira içmemi son derece sakıncalı buluyor, iddia ederim k, kendisi 'sakıncalı' kelimesini hayatında bir kez olsun kullanmış değildir. benim de henüz kullanmamış olduğum çağdaş türkçemize ait ne kelimeler vardır kimbilir, ama özellikle eski insanlarda belli oluyor bu. eski demişken dün işyerinde bir sohbet dönmüştü annelerin yemekleri ne kadar da yağlı yaptıklarına dair. yağ yoksa tad da yoktu annelere göre, sanırım bizimkine göre de öyle. "yağsız tuzsuz" diye bir deyim var mıydı ben mi türettim yoksa şimdi. yemek yapan kadınlar siz ne düşünüyorsunuz. isteyerek seve seve özene bezene yemek yapan tüm insanlığa cinsiyet ayrımı gözetmeksizin hayranım. bu konuda hassasım. büyük bölümü yurtta geçen hayatımın büyük bölümünde okul çıkışı yurda dönerken evlerden taze yapılmış yemek kokuları yükselirdi ve işte ben orada acıkırdım tam da, tam da ışıkları yanmaya başlardı üstelik evlerin, işte ben orada biraz üzülürdüm üzerinize mutluluk, bundandır gamım.

numarası onbeş olan bir evin adresi var hayalimde, beni onbeş yaşıma döndürecekmiş gibi. sanki orada sıcak yemekler pişermiş, yemeğin üstüne kahve içilirmiş, balkona çıkıldığı takdirde sigaraya karışılmazmış, türkü filan dinlenirmiş gibi. oraya mektup yazmak istiyorum ama geri dönmesinden korkuyorum.

ben de benim hatalarımdan biriyim.

5.10.2009

ayrıca bana yapabileceğiniz en büyük iyiliklerden biri yeni ve iyi bir şarkı öğretmeniz olacaktır. bana bir şarkı öğretenin kırk yıl saçlarını tararım. mesela ben, natalie merchant'ın space oddity yorumunu severim aklıma gelmişken. bu dünyada iyi bir cover kadar iyi bir şey pek azdır.
hmm.

BU GEMİ NE ZAMANDIR HURDA

eylül'de gel

"görenler, 'dönmüş, hem de mutlu,' diyecekler. ağaçlar sevinçten başımıza, konfeti gibi yaprak dökecekler." yalan mı söyleyecekler. evet sayın seyirciler, yeniden aranızda olmanın sevincini dağıtıyorum üzerlerinize, eylül'de gelemedim ama ekim'de geldim sayılır. aralık gibi tekrar gideceğim ama yine gidişim susmuş olacak, sessizlik olucak. soner arıca'nın ayrılık adlı kötü şarkısında okan bayülgen'in -şu dünyada sesinin bana kalırsa işe yaradığı tek yer olan- o şiir okuma seansında dediği gibi: "durucam burda, gidişini seyredicem. kıpırtısız, sakin gibi görünücem" vs. vs. ve "ben yine salağım diyicem" ama benden başka kimse bana salak diyemiycek. bazen işe yarıyor popüler kültür, ne dersiniz. evet sevgili dostlarım, şimdi izninizle size kendimi tanıtayım.

ben. elbet bir adım soyadım cinsim cinsiyetim yaşım doğumgünüm filan var. gördüğünüz gibi anlatmayı seven bir insanım, hatta daha da göreceğinize inancım sonsuz. lafı uzatmayı sevdiğim için yazmayı seçtim. normal hayatta merak edilmesin kısa tutarım. hatta tutmam bile bazen. öncelikle, bu blogu ilk olarak hatırladığım kadarıyla ikibinbeşin ocak aylarında filan açtım, ya da şubat mart olsa gerek. düşünün yani o kadar eskiyim. sonra bir başladım yazmaya, neredeyse her gün uzun uzun yazıyordum. içip içip yazıyordum. blog yazmaya heves etmemi o zamanlar sıklıkla takip ettiğim ankaralı bir grup blogger'a borçluyum. o kadar güzel bir komunite oluşturmuş görünüyorlardı ki aralarındaki muhabbete özenmemem mümkün değildi, çünküsüyle birlikte o sıralar eskişehir'de yalnızlar'ın iç anadolu prömiyerine çıkmıştım yenice. şimdi turnenin ege turundayım o ayrı mesele ve bunun tekrar yazmaya başlamamla ilgisi sıfırın altında. neşe karaböcek'in bazı icralarını fazlasıyla beğenmekle birlikte ses tonundan pek hoşlandığımı söyleyemem. geçen gün kuzenimin sekiz yaşındaki kızına müslüm gürses'i tanıyıp tanımadığını sordum, ona yeni aldığım bilardo oyuncağını gösterirken, benden iki yaş küçük kardeşim buna pek güldü. bu arada ben kardeşimden iki yaş büyük olmakla birlikte yirmidokuz yaşımdan epey gün almış bulunmaktayım, ama soranlara yirmisekiz diyorum çünkü bu yıldan o yılı çıkarınca geriye kalan o oluyor. matematiğim kendimi bildim bile iyi oldu. zeki bir çocuktum, hepiniz gibi ben de çalışsaydım şu an amerika'da pennstate'de doktoramı bitirmek üzere çabalıyor olabilirdim, ama bunu seçmedim, elbette idealist davranıp kamyon şoförlüğünü de seçmiş değilim. ben de sizler gibi hayat ve ailem beni nereye ittirdiyse oralarda takılıyorum. arasıra buraya filan takılıyorum. ve genelde takıldığım yerler aynıdır, mekan değiştirmeyi pek sevmemekle birlikte fiilimsileri çok kullanma huyumu eski okuyucularım yakinen hatırlayacaklardır. blog alemine düşmemin ardından nerden baksan dört sene geçmiştir. dört senedir görmediğim yakın arkadaşlarım var ve hâlâ onların yakın arkadaşlarım olduğunu söyleyebilirim. görmemek benim gözümde bazı şeyleri daha değerli kılmıyor elbette ama en azından var olan değerlerini sabit seviyede tutuyor. zaman bende hiçbir şeyi zaman aşımına uğratmıyor. sadece mesela üç senedir görmediğim arkadaşlarım ne kadar da yaşlandığımı söylüyor. ibne oluyor bazen bu arkadaşlar. çünkü ben kimseye yaşlanmış dahi olsa yaşlanmışsın demem, bunu yüzüne söylemem, o bakımdan bazı insanlara göre ben ikiyüzlüyüm, bence tabii ki değilim. bu arada ailemdeki en kel insanlardan biriyim, ama bizim oralarda alnı açık adam akıllı olur derler, bir gün kilomun boyumun yanındaki rakamın üstüne çıkacağını tahmin bile edemezdim ama oldu valla, ne oldum dememeli ve bari bundan sonrası için bir çözüm düşünmeli.

ilk blogu açtığımda, blogger bana dedi ki -ki daha o zamanlar gmail'e bu denli bağlanmamıştı- adını ne koyacaksın, başlığı ne olacak, vs. blog adresinin bu denli önemli olduğunu düşünmeden, ilk aklıma gelen isim olan kayıkçı'yı koydum gitti, daha doğrusu çoğu yaptığım işte olduğu gibi bunu da yarım bırakacağımı düşünüp pek önemsememiştim. ilk dikkat ettiğim şey türkçe olmasıydı, buna önem veririm, bir de o günlerde bir buluşum vardı: "fış fış kayıkçının küreği / beş para etmez yüreği" diye. bunu da kullanmalıydım elbette ama asıl çağrışımım hani şu mehmet ali alabora ve o yunanlı güzel kızın oynadığı "kayıkçı" adlı film idi, aradan onca sene geçmiş olmasına rağmen bunu ilk kez şimdi ifşa ediyorum huzurunuzda. hatırlarsınız o filmde, -bu arada mali alabora'yı ben de pek sevmem- oynadığı karakter dilsizdi, konuşmuyordu, ama o kız onu sevmişti, daha fazla anlatmama gerek olmamalı diye düşünüyorum. bu da benim istediğim tipte bir şeydi, hani sevdiğin insanla böylesine anlaşabilmek. bir de tabii kendimi tanıdığımdan beri rum kadınlarına, rumcaya, sait faik'e, ada kültürüne, rum müziğine yakınlık ve hayranlık duydum... bu arada, iki şeyi söylemeden geçmemeliyim. birincisi; eğer bir yerde bir kelime kullanıyorsam bilin ki mutlaka benim için birden fazla çağrışımı vardır. tek çağrışımlıysa kullanmam. bunu örneklendirmem gerekirse, diyelim ki msn'de "guido" nickini kullanıyorum, bunun en az iki sebebi olmalı mutlaka, birinci sebebi zaten çoğunluğun bildiği bir şeydir, ikincisi ise araştırılarak bulunacak bir şeydir. e zaten insan karşısındakini kendini araştırmaya sevk etmiyorsa bu ne menem arkadaşlıktır vre gafilün. guido'nun birinci sebebi -gaudi'yle filan alakası yok- "la vita e bella" filmindeki karakterin adı olması. ikincisi de fellini'nin "i vitelloni" filminin çok özel bir sahnesinde geçmesidir. bu arada sevdiğim insandan arasıra bacaklarımı çok salladığım için beni uyarmasını beklerim elbette. ikinci söylemem gereken şey de; yine eski blogumun ilk postlarında bahsettiğim üzere belki bu blogun beraber içki içmemde bana eşlik edecek bir arkadaş bulmama vesile olması amaçlıdır. elbette kadın olması tercih sebebidir ama bu blog vasıtasıyla iki adet dost erkekle de içki kardeşliği yaptığım kayıt altına alınmıştır. içki içmeyi severim, hatta sanırım müptelayım, bunu kestirmem zor ama henüz dünyevi sorumluluklarımı zapt altına almış değil bu meret. hayatımda bir kez sigarayı bırakmaya teşebbüs etmişliğim var, yedi sekiz ay kadar başarılı da olmuştum hani, sonra vazgeçtim bu başarıdan. başarıya karşı çok tahammülkâr değilimdir.

bu bloga benden ağlamaklı şeyler bekleyen okuyucularımı şimdiden başka bloglara sevk olmaları konusunda uyarmak isterim. her ne kadar içli bir insan olsam da hayatta nadir tahammül edebildiğim şeylerden biridir lirizm. katlanabildiğim ve kendilerine yakıştırdığım iki insan vardır sadece, biri ahmet erhan diğeri de didem madak. edip cansever'in ise kesinlikle lirik olduğunu düşünmüyorum, olsa olsa epolirik olabilir. bu arada iyi bir şiir okuruyumdur. müziği severim hatta onu tüm sanatların üstünde tutarım. evet, sanırım şimdilik bu kadar yazabileceğim, daha sonra devam etmeyi dilerim. aptalca konuşmam gerekirse burada zor bir insanın arayışlarını bulacaksınız. onun hâlâ umudu var. ona bir oda ver baba.

all i need is the rhythm divine : )