ama arkadaşlar iyidir



10.01.2011

iyileşmeye başladığımı canımın içki çekmesinden anlıyorum, ki bu iyileşmenin başlangıç safhasını canımın sigara çekmesi ve dumanın kokusunu almam oluşturur. askerden döndüğümden bu yana bu kadar ara vermemiştim. "dikkat!" çekilirdi, ve iki saat soğukta, tam da ocak soğuğunda ayakta eğitim aldıktan sonra komutan lutfeder ve, "bir dakika!" deyip duraklar, ki bu duraklamanın süresi de nizama tabidir, "istirahat et!" diye bağırır, beşyüz kişinin elleri ceplerine gider, bu bir dakikada soğuğun şişirdiği ve vücudu ısıtmak için kıyasıya doldurduğu böbrekleri mi boşaltacaksın, yoksa sigara mı içeceksin. dalga geçer gibi. gibisi fazla. koskoca bir ordu dalgalarla büyüyor, "kim geliyor, kim geliyor, astlarıyla üstleriyle örnek bir bölük." gerizekalılar.

beni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim

hani insan bazen hayalin bir ucundan tutar da sonrasında sonrası kendiliğinden gelir, bana böyle olur çoğunlukla. bir kurmaca yazacağım zaman da böyle olur, banyoda otobüste tuvalette yatakta vs aklıma bir fikir tüner ve sonrasında bir bakarım ki zihnim onu kanatlandırmış, ve o an yazmam gerekir. hayal de şöyle, ben tek başıma içmeyi çok severim. haftanın bir gününü insan görmek için dışarıda geçiririm, dışarıdaysam ve akşamsa bilin ki içiyorumdur, ama bu içilen şey bana kesinlikle yetmez. o akşam ne kadar içmiş olursam olayım, ertesi gün veya başka bir gün mutlaka tek başıma içmeliyim. tek başıma içerken de kendi seçtiğim müziklerle girerim, ilk kadeh veya şişede bir şeyler karalarım, ondan sonra hiçbir şeye dokunmam, öylece dinlemeye ve içmeye devam ederim. yeterince kafayı bulmuşsam bilin ki msn'deyimdir. msn'de online isem bilin ki içiyorumdur. içmiyorsam kesinlikle online değilimdir. hiç çaktırmıyorum değil mi, ama bu hep böyle gelişir. hani şimdi, hayal dedik ya, ben bi başlarım, sevdim, çok sevdim, sevildim de, evlendik, birkaç hafta geçti, ikimiz de normal buluyoruz, sonra bana haftada bir gün tek başıma içmeyi çok görecek mi, ya da ben haftada bir gün tek başıma içip müzik dinleme ihtiyacı hissetmeye devam edecek miyim, bunlar büyük arşivsel sorular, elbette hiç önemi yok ama düşünmüyor değilim.

"gidiyorsun işte, gitmektesin
mani mi dinlemektesin
aptalım ki ağlamaktayım" bu replikler hangi filmdendir bilene iki adet bira, fıçı

duman, yürekten: bu şarkı başlar başlamaz elim mouse'a gidiyor ve hemen şarkıyı ikinci dakika ellibeşinci saniyeye getiriyorum. bunu ikiyüzelli kez yapmışımdır rahat, özellikle içerken, hemen elim hoparlörün kulağını çekip çeviriyor ve ortamdaki ses etrafı rahatsız edici boyuta geliyor ama kendimi alamıyorum. tekrar üstüne tekrar. bu pek çok şarkıya yaptığım bir uygulama. napiim, olduğu gibi sevemiyorum pek çok şeyi, illa bir tenkit illa bir koca dırdırı, üzgünüm leyla.

duman, ah: bu şarkıyı ben keşfettim desem, üstüne bir de yemin etsem, yemin ederim başım ağrımaz. sene ikibiniki aralık, ankara'dan hiç içime almadığım ama altı yıl ağzımda gevelediğim bir arkadaşımın aşkısını kusup gelmişim, tekme tokat girişmiş bana sıvılar, sabaha karşı otobüsten inip güneş doğmadan yağmurlu bir beşiktaş sabahında dördüncü kattaki öğrenci evimize girmişim, bir de ne göreyim çatı nasıl damlatıyor, ev arkadaşım seferber etmiş bütün kap kacağı, dım tıs dım tıs usul usul damlıyor, uzakdoğu işkencesi işte bu. ev arkadaşım gamsız, bendeyse her ikimize yetecek seviyede gam, işte o sıralar çatımızdaki nemin duvarımızı yıktığı gibi o gam ben yiğidi yıkıyor, pür pak ediyor. sonra bir öykü patlatıyorum sulu sepken diye, acaip iyi gidiyor duruma. öyküyü en sonda bulacaksınız, daha önce de koyup silmiş olmalıyım buraya. şimdiki zamanın bir hiçi olarak geçmişle bir kısa süre daha idare edeceğim, bahara kadar, baharda biliyorum yine gelecekler. işte o zamanlar duman'ın bu albümü çıktı, "her şeyi yak" adlı müthiş yorumlarını da içeren. ah'ı o zaman ben keşfettim. bu kadar.

blind lemon jefferson, matchbox blues: işte benim sevdiğim tarzda bir blues şarkısı. ben daha önce de ifade etmiş olmalıyım ki küçüklüğümde kibrit kutusu koleksiyonu yapardım, hatta fotoğrafını da göndermiştim dünyadaki bir kişiye. tuttum sonra büyüdüm ama kibrit kutusu gibi kızları sevmeye devam ettim, edeceğim.

chet baker, thrill is gone: şarkının yaratıcısı b.b.king'in çakıp söylediği versiyonuyla bu yorum arasında dağlar var. klasik caz dinleyemem çeşitli sebeplerden dolayı ama chet baker başka, bir de chet baker'ı nedense cesare pavese ile eş zamanlı anarım, onu dinlediğim ilk zamanlarda onu okuduğumdan olabilir. birlikte hareket ederler. severim. bu şarkıyı hayata karşı ilham beslemek amacıyla b.b.king'den dinlemek lazım gerektiğini düşünüyorum.

the tea party, temptation: aa bu şarkıda bağlama var, iyi şarkı. bu albüm de iyidir. temptation deyince aklıma tom waits gelir elbette. hepsi iyidir, hepimiz çok iyi insanlarız. sevgilim beni neden yalnız bıraktın.

turgay özüfler, ah helidoni mou: sait faik öykülerinden kalma bir alışkanlıkla aşık olduğum rum kadınlarına adıyorum bu enstrümantal çileyi, onları hiç görmemiş olsam da. ah helidoni mou, kes bu kordonu, bunu bir yerden hatırlayan var mı?

moby, dream about me: moby bu, az değil. büyük adamdır gözümde, büyük balıktır. çok büyük. bu şarkıya gerçekten yakılır.

the whitest boy alive, island: evet bu son dönemlerin concon grubu da mayıs sonunda istanbul'da nevizade'de şahika tarzı bir yerin terasında karşılıklı içmek için müthiş bir bahane. ben olsam hiç durmaz sürkeli çalardım, öyle bir ortamı bulmuşum, daha ne isteyim.

tofiq guliyev, sene de qalmaz: bu yorum beni şöyle bir uzbekistan'a kırgızistan'a kazakistan'a gönderir, ama kapıyı kapalı bulur ve geri dönerim.

cesaria evora, bia d'lulucha: benim de ilk olarak ausencia ile tanıdığım bu halam, bu şarkısıyla epey bir sabah benimle dans etti, halalarla dans etmenin tadı başkadır. onlar kızları gibi değildir, gülmeyi bilirler. gülen kadınları seviyorum, gülen insanları seviyorum. bir kadın gülmeyi bilmelidir. bazı şarkılar öyledir, o çalarken karşınızda bir ihtimal oturuyorsa o ihtimal evrensel bir gerçeğe döner, size de olmalı bu, izin verin.

markos vamvakaris, mavra matia mavra fridhia: yunan ezgilerine uğramadan geçemedi winamp. bu bindokuzyüzotuzlardan kalma amcada ise sadece yunan melodizmi yok, ekstradan akdenize uzanan bir kısrak başı var, portekiz fadolarının tadını almanız bile mümkün buzukiyi dinlerken.

üç hürel, son günümüz: türk popunun medar-ı iftiharı ve aşılamamış bir topluluğu olarak çok sevip çok saydığım bu grubun yine önde gelen şarkılarından biri. iyi bir veda oldu bu post için. bu adamda harika bir ses rengi var. tayf mübarek.

bu da hediye:



M. yöresinde deniz otlarından ve kabuklarından elde edilen İsmiLazımDeğil kişi mizacı; safra, muhat (balgam), kan (dem) ve sevdadan üretilip, yurt odalarında ve nemli binalarda eskitilmiştir. Alkole batırıp duman altında saklayınız.
Suyuk


Sulu Sepken

Şimdi hatırlıyorum da, ağlamaktan gözlerim şişmiş miydi acaba? Fark etmişler miydi ağladığımı, fark edip sana söylemişler miydi; Rıza çok kötüydü dün akşam, hastaneye kaldırdık, diye. Acımış mıydın bana? Sarhoştum, hatırlamıyorum.

Kanunî Rıza Paşa, çıktığı Ankara seferinden büyük kayıp ve yenilgiyle döndü sayın edebiyat tarihi öğrencileri. Kendi kendine koyduğu, kafasında hepsinin kellesi başına birer ampul yaktığı, beraber yatıp kalktığı ancak kimsenin oralı bile olmadığı şifahi maddelerden oluşan kanunlarıyla İstanbul’dan Ankara’ya dostlarını ziyarete çıkmıştı.

Orada, kahpe Bizans asıllı olduğunu sonradan keşfettiği bir kadınla tanıştı. Tabii bu gönülçelene karşı ne kanun kaldı ne hesap kitap; defteri dürüldü, o kış ortasında yegâne ısıtıcısı olan ciğeri söküldü bu devletlere taş çıkartacak güzel tarafından. Ardından da sadece şuh bir kahkaha bırakmasın mı! İstanbul’a geri dönüş için yeterli cesareti topladıktan sonra, bıraktığı şehrin Yıldırım Beyazıt’tan bu yana gelen lanetinin kendisini de vurduğunu düşündü trende, rakının yaverliğinde. Ha Timurlenk, ha ÇileOPapatya.

Döndüğünde de tabiat kanunları yakasına yapıştı Paşa’nın. Sabaha karşı trenden indiğinde şehir acayip yağmurduyordu. Rumeli Ovası sise gömülmüş, yağmurun yansımalarıyla aydınlanmaya çalışıyordu. Bu yoğun yağmuru, Bolu Dağı’nın zirvesine astığını sanarak geçici bir rahatlık yaşadığı ve fakat aslında başkentten bu yana onu takip eden terk edilmişlik yumağına yordu. Buna benzer, ha bire bir şeyleri bir şeylere yorar, oralardan kendine yeni yeni kanunlar ve kararlar tasarlar, kafasında ölçüp biçip, nice faniyi hayalgücünün darağacında asardı. Yorduğu şeylerle en çok da kendini yorardı ya, doğası böyleydi Paşa’nın.

Yağmurdan ve yakasını bir türlü bırakmayan terk edilmişlik yumağından kaçmak için bir an önce son kattaki dairesine sığınmak istiyordu. Ev arkadaşını uyandırmamak için kapıyı sessizce açtı ve odasına girdi. Işığı açtığında, dışarıdaki yağmurun yoğunluğu çok azalmış bir biçimde, adeta bir piyangonun teselli ikramiyesiymişçesine odasında da yağdığını fark etti. Ne var ki; ev arkadaşı bu durumu daha önce keşfetmiş olduğundan, pencere kenarındaki yatağının üzerine saray mutfağından geniş tencereler siper etmişti; kornişlerden damla damla mermi yağıyordu... Paşa duraksadı, bütün çağların kızgın adamlarının diline doladığı sunturlu birkaç küfür savurdu. “Fesuphanallah,” buyurmayı ihmal etmedi cümlenin sonunda… Yıldırım’ın gözyaşlarıydı bunlar, kesin… bırakmamıştı işte peşini... Morali bozuldu, hanedanın tek üyesi olduğundan ve hemen yan odada kıçını devirip yatmış, atlarını otlatırken bir ağacın altında uyuyakalmış seyis gibi horuldayan ev arkadaşından ne köy olurdu ne kasaba, ne sadrazam ne veziriazam.

Yalnız kalmak istemedi, sabah sabah uykusu da kaçmıştı, en iyisi milattan beri arkadaşı olan Hüseyin’e gitmekti; komşu komşunun bazen kahvaltısına da muhtaç olabilirdi. İki sokak yürüyüp zili çaldı. Paşa’nın yaveri Hüseyin’in gözlerinden biri açılmış diğeri de açılmak üzereydi kapıyı açtığında. “Hayırdır lan!” dedi. Paşa, bu kaba karşılamaya karşın istifini bozmadı; bozgun yemiş, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş olsa dahi, o hâlâ Kanunî Rıza Paşa’ydı.
Hiç konuşmadan içeri girdi. Hüseyin tuvalete gittiği sırada müstakbel zevcesi uyanıp, “Kimmiş o hayatım?” diye seslendi: “Rıza’ymış canım.” Hemen kalktı Feride Hatun. ‘Hayırlı sabahlar’ı bırak, zamaneye uygun ‘günaydın’ bile demeden, “Rıza, ayrılmışsınız?” dedi. Şaşırdı Paşa, ne çabuk ulaştırmışlardı güvercinler haberi. İçindeki ateşi harladı, dumanıyla okkalı bir küfür daha gönderdi Ankara’nın burçlarına. “Öyle oldu,” dedi.

Kahvaltıda ayrıntıları anlattı. Başlangıçta birer tırtılken Susam Sultan’ı coşturan; ve Paşa’nın bütün temkinliliğini, kanunu, dinini kitabını alaşağı eden, sonsuz biat etmiş bir yeniçeri ordusuna benzeyen aşk böcüklerinin, birden nasıl olup da Sultan’ın midesinde semirerek, rengarenk kelebeklere değil de, isyan eden hamamböceklerine dönüştüğünü anlayamadığını ve sonunda zaten elinde zar zor tuttuğu kara parçalarını da orada bıraktığını anlattı… Doğanın rutubet teorisi gözlerine hükmetti Paşa’nın…

Hüseyin ve Feride, Rıza’yı yalnız bırakmanın sakıncalı olacağını düşündüklerinden o akşam onlarda kalmasını istediler. Kendine gelir diye de iki bira içirdiler. Eve gitmeye kararlıydı Paşa, dediği de dedikti ayrıca. Zaten kafasına yağan sazlı sözlü sağanaklar, eve gidip iki bira daha içerek rahat bir uyku çekmesini, ertesi gün de elinde kalan son sokakları saymasını emretmişti. Susam Sultan bütün sokaklarını dolaşmış olsaydı, onu terk edemezdi.

Hüseyinlerden kalkıp evine vardığında, tam şehrin anahtarını yerleştirmişti ki kapının altından sular aktığını fark etti. Yooo, bu kadar rutubet fazlaydı; sarayın çatısı uçmuştu da yağmur içeri mi yağmıştı tümden, yoksa içindeki iki bira hacminden ibaret olan sarhoş deniz, Paşa’nın sultankayığını bu şiddette sanrıya yol açacak kadar mı dalgalandırıyordu… Anahtarı çevirdi, sağ ayağı bir su birikintisine doğru gömüldü, sonra da diğeri… Işığı açtı. Sarayı su basmıştı ve hamam-ı hümayundan gelen su sesleri her yerde yankılanıyordu. İki ayağında on balık büyüdü banyoya gidip, kim bilir ne zamandır açık olan musluğu kapatana kadar… Hemen ev arkadaşını aradı, söylediğine göre gündüz sular kesikti ve dışarıda yağan yağmura nispet yaparcasına ikisinin de beyninde şimşekler çaktı; telefon dalgalarıyla, Rıza’dan ev arkadaşına, Rıza’dan ev arkadaşına, küfürler iletildi… “Çabuk buraya gel.”

Hayatın böyle dramatik bir olayı bu kadar sulandırması çok ilginçti.

O sırada önünden bir terlik geçti gitti Paşa’nın, kayık misali. Bunu Susam Sultan hediye etmişti ayacıkları üşümesin diye. Duygulandı… Biraz vakit olsa, üzerine sövgülerini yazdığı bir kâğıttan yapacağı gemiyi, sarayın içinden geçen nehre bırakıp, ‘şu terliği takip et’ der miydi, veya bu da durumun vahametine bir olta mı sallardı, bilemiyordu.

Birkaç dakikaya geldi ev arkadaşı. Sular kesikken musluğu açık bırakmıştı ve olan olmuştu. Evdeki, pardon, saraydaki suyu kovalarla camdan beş kat aşağı boşaltarak tahliye ettiler. Hüseyinlere gitti o gece Rıza. Ev arkadaşı da sevgilisine.
Anlaşılmıştı... Fetret Devri kaçınılmazdı; tebdil-i mekân ilk umuttu.
Ertesi gün, sular çekilince başka bir eve çıkmaya karar verdiler.

Kanunları olduğu gibi çeşitli ritüelleri vardı Paşa’nın, ‘taşınmak’ ayininde olduğu gibi. Müzik açtı, birkaç bira aldı eşyalarını kolilerken. Ev arkadaşı işten gelene kadar sakin sakin yapacaktı bu işi. Her ganimette gözleri doldu, birer yudum aldı, şarkılar dalga dalga yayıldı. Yardıma gelecek olan Reşat’a telefonda şarap ısmarladı. Hüseyin de çıktı geldi birkaç birayla. Herkes bir tarafını işgal etti sarayın. Saray orkestrası ‘yârin bu kadar cevri gelir miydi hayale’ diye inlerken… Koliler, bantlar, çuvallar, battal boy çöp poşetleri. Bir taraftan da alkoller. Kafayı buldu Paşa. Fena buldu hem de…

En son gömme dolabın içindeki giysileri katlarken görülmüştü, sonra da dolabın içinden yükselen hıçkırık sesleri, ‘yüreğim kanıyor’. Tuzlu sular, yağmur suları, biralar, şaraplar, kanlar, bütün salgılar*, hepsi birbirine karıştı.
“Paşa Çıplak!” diye bağırdı sırılsıklam muzip bir tahtakurusu.

Tebâ el koymadı duruma, sustular, üzüldüler. Ev toplandı o gömülmüş hıçkırırken. Gece oldu. Evi o halde bırakıp ertesi gün gelerek boşaltma kararı aldılar. Rıza’yı hiç, bu kadar (parantez içinde) görmemişlerdi… çıkardılar… kendi aralarında konuşup en yakın ev olan Hüseyinlerinkine götürülmesinde sözleştiler.

Gidemedi oraya kadar bile. Gözlerini kapayamadı. Daha da ağlayamadı. İçinden hiçbir şey çıkaramadı Rıza. Birikti, birikti, birikti…

“Alkol koması,” dedi başmabeyinci. Sabaha karşı serum yarılanmıştı ki kendine geldi Kanunî Rıza Paşa. Nöbet değiştiren hemşirelerden biri sordu Hüseyin’e, “Ne oldu arkadaşınıza?” “Şarapla birayı karıştırdı da ondan oldu herhalde.” “Biz de karıştırıyoruz ama bize bir şey olmuyor,” dedi kötü kalpli cadı.

Oysa, altı üstü ormanda yediği elmadan zehirlenmişti Kurbağa Prens.


* * *


“Ananne, ben Fetret Devri’nden çıkana kadar bana ‘Paşam’ deme, olur mu?”

“O ne ki oğlum?”









* Ortaçağ Avrupası’nda geçerli olan felsefeye göre, evreni oluşturan ve ‘anasır-ı erbaa’ olarak anılan ateş, su, hava ve toprak insanın dış dengesini sağlarken, ‘ahlât-ı erbaa’ olarak anılan ve mizacı oluşturduğuna inanılan salgılar kişinin iç dengesini oluşturur. Bu salgılar safra (sarı), balgam, dem (kan) ve sevda (kara safra)’dır ve ideal insanda her salgının eşit miktarda bulunduğu görüşü egemendir. Salgılardan birinin eksik ya da fazla olması halinde kişi asabi, ağır tabiatlı, sıcakkanlı ya da melankolik mizaçlı olabilir.










Hiç yorum yok: