ama arkadaşlar iyidir



20.05.2010

bu yazıların yazıldığı istanbul hasreti bol günlerin ve şimdi çekilen bu yazıların yazıldığı eskişehir'e hasret günlerin huzurunda tekrar edeceğim bir süre:


Blues, Kafe, Kış, Yükseltgenmiş Ortam ve Bir Kahramanlık Örneği



Öğlen yemekte mandalina vardı. Kim soydu benim için dersin? Kimse. Üstelik yemekhaneden odaya kadar peçeteye sarılı hâlde taşıdım… dım… Entarisi dım dım yar. Gelir diye umdum yar.

Epey olmuş bir yerlere gitmeyeli; bugün nereye gidelim dersiniz? Aslında ben dün gittim ama fırsatım olmadı sizi de götürmeye. Zaten hepinizi götüremiyorum, tam ‘ben de gelcem, ben de gelcem’ deyip atlıyorsunuz benlen (güzel bir kelimesin sen), sonra da yarı yolda iniyorsunuz, düşüyorsunuz, zıplıyorsunuz, kayıyorsunuz… suz… süz, alkolsüz.



Dün, yani pazar günü, bu arada kimlerin dünüydü pazar? Ona göre, aynı düzlemde buluşalım. Dün, dışarı çıkmamıştım, pencereden kafamı uzattım, havayı kendime tek muhatap aldım. Havanın adı soğuk idi ayaz idi, soğuk idi ayaz idi. Dedim, ‘şöyle bir çıkayım, üşüyeyim,’ ama evdeki hesap tabii ki uymadı çarşıya ve iyi bir dondum, iliğime işledi bu iyilik. “Ne kadar iyisiniz!” dedim havayta. Şu typo’dan (bilgisayar kaynaklı yazım hatasından) ‘hayta’ kelimesine geçeyim dedim ama hadi neyse geri dönelim.

“Ne kadar iyisiniz!” deidm havaya. Yahu bak bu sefer de böyle ‘deidm’ oldu. Buradan da almanca birkaç kelimeye hafif kaygan geçişler yapardım ben, ama neyse, ‘du’ bakalım… Hava soğuktu. Üşüdüm üşüdüm, daldan elma düşürdüm. Elmamı yediler, bana cüce dediler. Bu maniyi öğrenmek için çok uğraştım ben, ama kimseler söylemedi. Zaten kimse ne mani okudu, ne bilmece sordu, ne masal anlattı bana. Ben de diyorum ki; benden geçti artık ama bari ben size anlatayım dilim elverdiği ölçüde. Fakat gelgelelim, hayat acımasız, soğuk ve zalim, bazı insanlara. İşte, popçu bir adam var ve böyle bir şarkı yapmış. Böyle de masal anlatılmaz bilirim ama ne de olsa zamane çocuğuyuz, olsun o kadar farkımız. Evet Kâmilciğim, mandalina diyorum, soyamam diyorum, limon diyorum, bilumum narenciye diyorum, dokunmam diyorum, hey sana diyorum, bak ne diyorum. Türk kökenli Rum.



Bazı yazarların kendilerini kaleme bıraktıklarını duymuştum, ben de ‘kendimi klavyeye bırakayım da götürsün beni gitmek istediğim yere’ dedim ama olmadı, üstelik o kadar da kelime oyunu filan yaptı ama bir türlü Blues’a varamadı. Varam dedim varılmıyor diye de seslendi bak şimdi. Hahah. Malûmunuz arada yazmayarak birkaç gün boşluk bırakınca oluyor böyle, e zaten yollarda epey boşluk doldurduk yokluğumuzda, yokluğunuz ise giderek katlanılmaz bir hâl alıyor, belirtmeden geçemedim.

Ufukta bir kelime daha vardı sanki, kahvaltı, alt, üst, kahvealtı, kahve, hah, kafe. Dün hava soğuktu ya, tam böyle İç Anadolu soğuğu, ama güzel soğuk. Ben severim o tarz bir soğuğu, ne de olsa tabiî altım kuru, sığınacak bir evim, işim ve sairem var. Aslında olmadığı zamanlar da oldu ama sırası değil. Sıra sayın güzel soğuğun.

Soğuk, sırayı İstanbul’a vermiş, kaynak yok. Kanyak da yok. ‘Hoh hohh’lamak lazım ellere. Dün, pazar günü, öğleden sonra tam İstiklâl’e çıkılacak, hava soğuk olacak, ve bir kafeye sığınılacak bir gündü. Nitekim yaptı bunu kahramanımız. Anlatalım.

Saat ikibuçukta evinden çıkan arkadaş Kahraman, sahil yönüne mi İstiklâl’e mi gitseydi diye düşünürken, (bu şey’ler zaten hep böyle başka bir şey yapar iken olur, İngilizcedeki ‘while’ kalıbının vurdu mu oturttuğu cümlelerdir bunlar Türkçemizde, ‘when’ de aynı anlama gelebilir arasıra, keyfine bağlı. Ha ben İngiliz asıllıyım da o yüzden bahsedeyim dedim, ama işte Türkçeye asılıyorum, hatta âşığım, gördüğünüz gibi işime geldi mi şapkasız da çıkmam) Kahraman, İstiklâl Caddesi’ne çıkmaya karar verdi. Çok üşürse gireceği bir delik muhakkak bulunurdu orda. Hem yürürken rengârenk berelere sarmalanmış güzel yüzler de yanından gelip geçebilirlerdi, geçebilirdiler, diler içinden bir şeyler gözünün önüne kirpik düştüğünde ama bunun için bir insan olmalı kişinin gerektiğinde ki sorsun ona ne dilersin ne dilesin kişi ki baksın soranın yüzüne ‘seni dilerim’ içinden desin sonra da söylemesin ki soran merak etsin hem de desin ‘şimdi sen söylemezsin’… korkar çünkü dileyen, gerçek olmamasından… Kahraman indi otobüsten, yürüdü biraz. İsterse kraliçesi gelsindi, beklemezdi o ‘Burger King’in önünde. Tramvay durağında bekledi biraz birini bekliyormuş gibi.

Bekledin mi sen hiç? Çok yaptım ben, çok bekledim birini bekliyormuş gibi, ama şimdi konu ben değilim, konu Kahraman, hemen ona geçelim. Bu Kahraman, yıllarca ‘vatman’ kelimesini bildiğini göstereceği bir ortam bekledi, ne var ki şartlar bir türlü olgunlaşmadı ve bu yaşına gelmesine rağmen kullanamadı hâlâ o kelimeyi. Vatka’ya kadar yaklaştı, lâkin öteye geçemedi. Bir gün bir yerde görürseniz sırf jest olsun diye uygun bir ortam hazırlarsanız, mesela ona sorarsanız ‘bu tramvayların şoförlerine ne denir?’ diye, gerçi böyle sorarsanız cevap vermeyebilir, o ânı çok beklemiş olsa da. Herkesin her sorduğuna cevap vermeyebilir, böyle de bir gariptir. Siz işinizi bilirsiniz, bilirsinzi. Sorarsanız, o da söylerse, çok sevinir, çocuk gibi olur, içinden tabiî. Çünkü ‘santralegoist’tir. Bu kelimeyi yeni uydurdum, zaten kökü bana ait değil, ‘center’ yani ‘merkez’den geliyor. Neden şehirlerimizde İngilizce yer yön bilgileri olduğuna bir türlü anlam ‘verememeişim’dir. Elin gâvuru ‘centrum’ kelimesine bakıp da senin şehir merkezine ulaşacak, üstelik sen bunu taşra ilçelerinde dahi yapıyorsun. Ve üstelik o ‘centrum’ kelimesi Langenscheidt sarı sözlükte yoktur. Kahraman’da o sözlükten başkasını (üstelik Milliyet henüz eğitim devrimini yapmamış ve o kırmızı Redhouse evlere adım atamamıştır, devrimine affedersiniz kupon biriktirdiklerim) alacak para yoktur, ve kıvrım kıvrım kıvranır o merakına mucip olduğu kelimenin karşılığını bulmak için. Sonra da büyüyünce artistlik yapıp böyle ‘mucip’li filan kelimeler kullanır ki başkaları bir ihtimal sözlük açmak zorunda kalsın da onun çektiklerini anlasın. Kıvraman işte, n’olcak.

Kahraman, böyle çalaşekil, çelişkili bir şekilde bana öyküsünü anlattırırken -ki ben onu her anlatışımda unuturum ne anlatacağımı- kendisi de karıştırdı ne anlatacağını, tövbe tövbe, ne işim var benim böyle adamlarla. ‘Üstleik’ adını da kendi koydu ha, ukalâ. Bak bak, şimdi de beni uyarıyor yanlış yazmışım üstelik kelimesini, ve hemen de yorumunu koydu beyimiz, neymiş, bugün çok ‘üstelik’ kullanmışım. Ulan bağlaç gibi bağım bağım bağlanasın, üstelik üst üste ‘vosvos’lar gibi göklere yükselesin de, arkanda sen ölürken bir çingene müziği çala. (Rakım Çalapala, bir çocuk kitapları yazarıdır ve bu da Kahraman’ın bir ortam olsa da şununla ilgili bir şeyler anlatsam dediği bir adamdır, ama ben tavsiye ederim ki sormayın, ben sordum, adamın çenesi bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü bir düştü ki) (hayır, unuttum.)

Birini aramaya karar verdi Kahraman. Baktı telefonuna, size kim olduğunu söylemeyeceğim birini aradı. Tahmin edersiniz, hatta ben söylemeden aklınıza bile gelmiştir zaten ne tip bir varlık mucizesi olduğu aranılan kişinin. Yoksa girdiği kafede mi tanışsaydı, ahahah, nasıl sallayacağını da karıştırdı. Bazen beni böyle güldürmüyor mu bu çocuk, bazen bana ‘çocuk’u ‘çojuk’ diye yazan kızları bile makul göstermiyor mu?

Yalan bir yana, dün gitti bizimki, hava çok güzel bir soğuktu İstiklâl’de. Galatasaray’a kadar indi, üşümeyi özlediğini düşündü ve bu yüzden Tünel’e kadar devam etti. Tam tünele gelmişti ki, Haliç’ten gelen hava kütlesini suratına yiyince gerisin geri adım atmaya başladı. Kumbaracı Yokuşu’na bir asker selamı durdu, hatta utanmasa, boyuna bosuna bakmasa İstiklâl Marşı okuyacaktı da zor vazgeçirdim. Ne mısralar geldi geçti aklından, Yüksekkaldırım’da güpegündüz, o şiiri öyle bestelemek gerçekten herkesin harcı değildi. Bravo’ydu. Değil’i, ‘deil’ yazanlar bizden ‘diil’di. Ve yürürken bir kafeye oturmaya karar verdi. Bugün -yani bize göre dün- Blues günü olmalıydı ama şöyle hafiften bir şeyler. Taksim’de bir kafeye girmelilerdi ikisi. Biraz karanlık bir yer, yoook, öpüşmek için filan değil, mekân olarak öyle, hafiften izbe, nemli ama sıcak, duvarlarda posterler olmalıydı; James Dean, Jimi Hendrix, İndim Derelerine, Janis Joplin, Bir Garip Yolcuyum Hayat Yolunda, Bir Kızıldereli Kızı, loş ışıklar altında tamamen ahşap masalar, sandalyeler, taban, sarı loş ışıklar, hani Adiloş Bebenin Ninnisi’ni okurken bir his vardır, sen Blues dinlersin ama o hissi bilirsin, işte Kahraman sensin. (belki Woodstock da aynı kapıya mı çıkarkine belki)

Bardaklarda çay, bayatlık toleransı düşük. Fonda, Tam Kahraman içeri girerken Peter Green, Black Magic Woman’ı söylesin. Vay be desin Kahraman, adam olsun, canımı yesin, ben ona ne şarkılar çaldırırım, kendim özel ‘dj’i bile olurum.

Ama önce, böyle yalnız olmaz. Bir kadın olmalı Kahraman’ın yanında, olmalılığından değil ama kendiliğinden, onlar birbirlerini öylece buluverdiklerinden, lazımlıktan filan hiç değil, aşklığından, başkalığından, oysa aslında aynılığından başka tüm asıl aşklarla. Sırf insanın gözlerinde ayçiçekleri açtırmalığından. Fonda mesela Rolling Stones’dan Honky Tonk Woman çalsaydı, bazen de sözlerine önem verilmeden sırf melodileri için dinlenseydi şarkılar. Veya şey çalsaydı, şey çalsın işte, Miss You yine Rolling Stones’dan, (İngilizce bir şiir yazıyor olsam, ‘very nice tones from Rolling Stones’ gibi bir kadife, pardon kafiye yaratır mıydım acaba?).

Siyaha dönük bir ahşap rengi var ya, renklerden de pek anlamaz ki Kahraman, o yüzden benim anlatma işimi de zorlaştırıyor, en iyisi, şeyi de dinleyelim biz Johnny Cash’den A Thing Called Love. Arkadan tüm kafe, ‘ğuhuuu’ diye seslensin, anlatamadım ama anlamanızı bekledim, ona göre. Karma bir tarzımız olsun, aa bir bakmışsın bir klasik geliyor Red River Valley. Ama olmaz ki sayın yazar, ne o, John Cale deil mi bu (hadi bu seferlik ‘deil’i kabul ediyorum, keyfimiz yerinde) I Keep A Close Watch, üstelik dj üç kez başa aldı şarkıyı birinci dakikasına kadar, en güzel yeri. Ama şimdi âşık oluruz biz sayın beyaz, minik büyük harf, Joan Baez: renkli bi kağıda yaz.



Kafe öncesine geri dönelim. Tam girmeyi tasarladığı kafenin olduğu sokağa dönerken yine aklında saçma sapan düşüncelerle önüne bakmadan yürürken birine çarptı. Minimal bazı öykülerdeki gibi güzel (Şimdi maalesef insan gözünün bir bakışta birkaç satırı okuyabilmesi yüzünden istediğim şeyi anlatamayacağım şurada, istediğim sürprizi yapamayacağım okuyucuya, oldu mu şimdi sayın göz.) bir tesadüf olacaktı ama devreye ben girdim, bunun benim öyküm olduğunu birden hatırlayarak özellikle son zamanlarda takınmış olduğum rahatsız edici puşt anlatıcı tavrımla devam ettim. “Önüne baksana lan,” dedi çarptığı adam. “Neyse,” dedi, “uymayayım şeytana.” Sonra kafeye girdi. Tek başına göze çarpmadan oturabileceği bir küçük masa kestirdi gözüne. Küçük çayını söyledi, hemen sigarasına davrandı. “Davranma ulan, yakarım,” dedi Kadir İnanır. Gülümsedi Kahraman, aklına böyle bir şey geldiği için değil. Anlattığı bu kadar saçma şeyin belki de o birazdan kafeye girecek kişi tarafından şu an okunduğunu düşündüğü için.

Hiç yorum yok: