ama arkadaşlar iyidir



13.05.2010

Yanlışlık


Aramızda bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kişi tarafından tanınan cevval karakterimiz Efkâr Hazinses, görüşmediğimiz zamanların ardından yaslı gitmiş, şen gelmiştir, aç koynunu o gelmiştir. Kendisine yönelttiğim, “Sen hiç kalabalıkta anne diye başkasının elini tuttun mu lan Efkâr?” soruma karşılık, olayı Hacivat-Karagöz münasebetine çekmeyi düşünüp, “Ben hiç alabalıkla zenne diye taş kasının belini bükmedim,” gibi saçma bir cevap vermiş, verdiği cevabın saçmalığının bilincine kendisini daha uyarmadan vararak, “Madem sordun, o halde sana bu sorunla ilgili bir hatıramı nakledeyim,” buyurmuştur. Bana da aktarması düşer, gökten de üç elma.

Belki konuyla pek ilgisi yok, nitekim bu herif kalabalıkta hiç anne diye başkasının elini tutmadı. Ben biliyorum, çünkü annesi yoktu, onu doğururken ölmüştü. O nedenle acısını deşmeden, kendisine hem analık hem babalık yapan sarhoş babasıyla yaşadığı bir olayı anlatayım.

Sarhoşzedelerden Efkâr, henüz kendini sağlı sollu ismine (efkâra) batırıp bulamadan, ve dolayısıyla ateşlere atmadan (hani balığı sağlı sollu una bulayıp tavada kızaran yağa atarsın ya, burada bu metaforu kullanmış metafor züppesi) önce, takriben yedi yaşında filanken, dünyadan anladığı sadece bakkal vitrininde filelere sarılmış plastik toplar iken, babasıyla köyde düğüne gider. Babası (Muhsin Mahsun Hazinses olur kendileri), Efkâr’ın eline birkaç kuruş verip, “Skttrriiiii,” narasıyla bulunduğu mıntıkadan uzaklaşmasını istemiştir çünkü köy meydanında kurulan bol rakılı, bol mezeli düğünde rahat rahat rakısını içecek, kafayı bulduktan sonra davula selam çakıp, zurnaya nazır, zeybeklere rahmet okutacaktır. Aklı zaten bir karış havada olan oğlu, onun o hâlini görür de özenir diye de ona arkadaşlarıyla top neyin oynamasını, çember member çevirmesini, ama yüz buldu diye çaya atlamamasını yoksa gelip onu sağ ve sol elinin ayalarına bulayacağını (yine mi aynı metafor be dayı) telkin etmiştir. Efkâr da ortamdan bir koşu uzaklaşıp, büyük bir coşku ve komünizm anlayışıyla arkadaşlarını toplayıp, “Lan oğluuum, Memet, Recep, babam bana para verdi, hadi dondurma yiyelim,” der, der demesine de laf aramızda babasının verdiği para ancak iki kişinin dondurma yemesine yetecektir ve bu durumda babasından ek para istemek durumunda kalacaktır.

Düşünürler taşınırlar; fikri ortaya atan odur, ve eğer biri babasından para istemek zorundaysa bu işi yapması gereken kişi de odur, çünkü eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş, ağızları sulandırmış, dilleri burmuştur, ve bunu çözmek zorundadır. Buna pek anlam veremese de (burada biraz siyaset yaptı komünist ahlak ve sosyalist paylaşım ideası hakkında ama konudan fazla uzaklaşmamak için ben sansür koyuyorum) kafasında arkadaşlarını haklı çıkarıp babasının yanına dönmek üzere; iki davul, iki zurnadan mürekkep esmer orkestranın yürekleri kâh gümlettiği kâh kederle inlettiği meydana ilerler. Bu sırada hâlâ babasından parayı ne yüzle isteyeceğine dair senaryolar yazmaktadır (hatta rivayet odur ki kendisinin yazılı veya sözlü anlatım üzere vasatın azıcık üzerinde bir beceriye sahip olmasının sebebi küçüklüğünden beri peşinden ayrılmayan baba korkusu ve bu korkudan yırtmak için yazdığı senaryolardır).

Düğün alanına doğru yürürken bir bira kutusuna tekme atıp yoldan geçen bir teyzeye isabet ettirmesin mi bizim sakarlık müessesesi, teyzeden küfür yememek için uçaradım masaların kurulduğu, rakıların taca oturduğu, pancar salatasının kırmızısının kalpleri hoplattığı, ‘uzun ince bardaklarımız vardı’nın gerçekten de var olduğu, limonun sıkım sıkım sıkıldığı, bir cins isim olarak efkârın buram buram koktuğu meydana gelir.

Aniden geldiği için de, kendini bir anda İstanbul’da bulan taşralı gibi, cüceler ülkesinde bulan dev Gulliver gibi, rakip yarıalanın sıkı ettenduvar defansı içinde bulan tek santrafor gibi (…) hisseder. Bu hissedişe iyice vakıf olup sindirdikten ve ifraz ettikten sonra gözleriyle babasını arar. Ve babasının ilerde sağdan üçüncü masada arkası dönük biçimde oturduğunu görür.

Hava sıcaktır, zaten bu yüzden de dondurmaya sarılıp soğuklayacaklardır ya (gerçi bunun konuyla ilgisi yok), babasına yaklaşmaktadır ve o da ne; babasının gömleği yukarı doğru hafifçe sıyrılmıştır, popo çatalı gözükmemekle birlikte onun biraz üzerindeki, erkeklerde sıklıkla görülen, hatta konuyu şirinleştirmek için çırpındığı aşikâr olan bir rivayete göre tavşan tüyleri olarak anılan ‘üstderiürünüolanipliksiuzantı’ları (bildiğiniz kıl) fark eder. Kendisi de şirinlik muskasıdır ya, aklınca babasına şaka yapmak isteyip, isteyeceği paraya zemin hazırlayacaktır; ama nasıl?..

O tüyleri hafifçe çekerek.

Yavaşça yaklaşır arkadan, tam da adam rakı bardağını kaldırdığı sırada elini o kara tüylere uzatır ve yakalayabildiği kadarını çeker (hani tek mi çift mi hesabı) ve fakat elinin muvazenesi tutmamıştır ve tuttuğu tüyleri maalesef ki biraz hızlıca çekmiştir (gerçekten de o bilindik eşek şakası tek mi çift mi hesabı), ve adam şşööyyllee ağırca dönüp bakar:

“Napıyon lan keraneci?”

Susar bizimki, hatta zorlasak ‘afal afal susmak, aval aval pusmak’ diye de bir deyim bile türer buradan.

“Kimsin oğlum sen?”

Evet, kimdir Efkâr o anda, yerin kaçıncı katına inmiştir henüz adam ikinci cümlesindeyken, daha çok yolu var mıdır acaba? Veya bu bakışların ardından şöyle güzel bir bulamaç gelip, çatıp dayanacak mıdır sağlı sollu yanaklarına? Veya Allah’ın sopası var mıdır ki ona müracaat etse de cezasını o verse?

“Siktir git lan, almiim ayağmın altına seni, zibidi.”

Tozaradım uzaklaşır Efkâr. Bir daha kimseyi, sadece arkadan görünüşüne bakarak tanıdığını düşünmeyecektir.




Yıllar önce anlattığım bu öykü, içinde büyük gerçeklikler taşımaktadır. Ve şimdi benim bu gerçekliği tekrar buraya taşımamın sebebi, tarihin yine benim üzerime basıp tekerrür buyurmasıdır. Bunu bu şekilde hikâye edemedim elbette, nitekim o eski yeteneğimi epey budadım ama yine de anlatma iştiyakım, iştiham zaman zaman rükuya duruyor ellerimde. Benden iki yaş gençlikte kızkardeşim var. Farklı bir şehirde yaşar. Annem onun yanına gider bazen. Bilirsiniz. Ben de memleket izni için, annem orada bulunduğundan kardeşimin evine gittim bir keresinde. Daha önce bir kez gitmiş olduğum için hayal meyal hatırladığım apartmanın önüne geldiğimde, sürpriz yapmak niyetiyle annemi aramamıştım. Kardeşim zaten işteydi. Annem de onun evindeki tadilat için orada bulunuyordu. Apartmanın giriş kapısı açıktı ve elimdeki küçük valizle oraya girdiğimde, ikinci mi üçüncü mü kattı derken kendimi açık olan ikinci kattaki dairenin kapısının önünde buldum. İçerde tadilat vardı ve işçi olduğunu sandığım adamlar girip çıkıyordu. Ben de bir tanesine kolay gelsin dileyip içeri mutfağa yöneldim. Mutfakta arkası dönük bir kadın, evet evet arkadan annem gibi şişmanca, onun kesiminde ve renginde saçlara sahip, ayağında bol pazen etek, evet evet, annem bu diyerek... Kadın bir döndü, pırrr döndüm ben de. Gençtim, sakallıydım, işçi sanmış olmalı. A a a a gibi bir şeyler çıktı ağzımdan. Hafızam durdu bir süreliğine. Başımdan aşağı kaplıcalar ılıcalar şifalı şifasız tüm kaynar sular usul usul damladı, çin işkencesi misali tıp tıp tıp. Adımlarım da geri gidiyordu bu sırada pıt pıt pıt. Hiçbir şey diyemeden çıktım daireden. Üçüncü kattaymış bizim kardeşin evi meğer. Daire girişinde kolay gelsin dediğim adam da evin sahibiymiş.

Yaparım bazen böyle şeyler, normal karşılıyorum.

Hiç yorum yok: