ama arkadaşlar iyidir



20.05.2010

çift kişilik

oh be! dünya varmış!

dünya bir varmış bir yokmuş. yazmazsa kendine/dünyaya zarar verme ihtimali olan insanlardan mıydım bilmiyorum, ama bende de bir hasan alilik, cemil kavukçuluk olduğu muhakkaktı ve bu aralar bununla yüzleşiyordum.

istanbul'a düştüm, elimde bir adet yeni defter. genelde defter almam, hediye ederler, bu da onlardan biri, üç dört iş arkadaşımın hediyesi. yedi gün ayırmıştım kendime, nasıl geçeceğini tasarlamadığım yedi gün, nasıl yüzeceğimi bilmediğim yedi göl.

gelir gelmez eski dostum E aradı, illa ki buluştu benimle. onun deli doluluğuyla, yüksek hayat enerjisiyle, yüksek topuklarıyla güne başlamak çok iyi geldi. ne var ki günüm öyle devam etmemekte ısrarlıydı çünkü önümdeki iki günü bir metin eloğlu şiirine ayırmıştım ve o bana ayrılan koltuklar daha önce başka birilerine daha satılmış. sabah doğrudan taksim'e geçtim, niyetim bir an önce otele yerleşmekti. zira otelin rezervasyonunu internet üzerinden yaptırmıştım ve nasıl bir yerde kalacağım konusunda merak içerisindeydim. ve tabii elimdeki, ameliyatımı tehdit eden valizi bir an önce bırakmak istiyordum. valizim çok güzeldir bu arada benim. siz hiç valizi güzel bir insanla yüzyüze geldiniz mi?

evvet, tam da istediğim gibi istiklal'e çok yakındı ve otelim rahmetli ustam sadri alışık'ın adını verdikleri caddedeydi. karşısında polis merkezi olduğundan güven veriyordu? ne de olsa resmî olarak hâlâ askerdim ve bu nedenle taksim gibi bir yerde hareketlerime dikkat etmem gerekiyordu.

iki kişilik bir oda ayırtmıştım birazcık daha fazla bir meblağ ödeyerek. zaten aylardır beklediğim bir özmükafat olduğu için bu bir hafta süresince paranın gözümde hiç değeri olmayacaktı. hem yalnız bir erkeğin her zaman bir kadına sarılarak uyuma ihtiyacı vardır ve uzzun zamandır bir kadına sarılıp uyumamıştım. hiçbir zaman çapkın da olamamıştım. unutmayın ki her erkek çapkın olmak ister.

otele yerleştikten sonra hemen çıkıp urban'a gittim. sevdiğim bir arkadaşımın bana hediyesi olan bu mekan, taksim yöresinde en rahat ettiğim yerlerden biriydi ve zaman zaman hem akıllı hem güzel kızların akınına uğraması da cabasıydı. bir hafta önce, metin eloğlu şiirinin adıma bıraktığı heyecan dolu zarfı ve yanındaki hediyesini aldım. sevinçle mesaj attım. bu sırada dünyanın en cömert ama bir o kadar da goygoycu insanı olan arkadaşım E beni bekliyordu ve doğruca yanına gittim. üç ay önce sigarayı bırakmıştı ve beni görünce nedense canının sigara ve alkol çektiğini söyledi. birer bira ısmarladık. ömrünce hiçbir şeyin tiryakisi olamayacağına emin olduğum bu arkadaşıma içim rahat bir şekilde sigara ikram ettim. dünyada insanlar ikiye ayrılır mademoiselle; her şeyin tiryakisi, müptelası, bağımlısı olma riskini her zaman taşıyanlar ve bu riske hiçbir zaman aday dahi olamayacak olanlar. hangi tarafta olduğumu iyi biliyordum.

hayatımın hiçbir döneminde, son bir yıldır, tam bir yıldır hissettiğim denli yalnız hissetmemiştim kendimi. bunun nedeni aylar önce sevgilimden ayrılmış olmak, ya da sarılacak kimsemin olmaması değildi. nitekim herkes aylar önce bir sevgilisinden ayrılmıştır, evli değilse. nitekim mesele bu olsa, bunu uzun sürelerce yaşamışlığım olmuştu ama şimdiki gibi bir eksiklik -onun eksikliği olmayan bir eksiklik- çekmemiştim. bir yıl önce şehir değiştirmiş olmam sanırım bu yalnızlık hissinin asıl nedeniydi. gerçi, bu şehir değiştirme travmasını da daha önce defalarca yaşamıştım ama bu defa içimdeki çanlar duvarlarıma bir başka vuruyordu. askerliğim süresince iyice iç edilen, postallarla tekmelenen özgüvenim de tükenmesiyle bu hissi perçinledi. halbuki ben kendimi bildim bileli elimde bir çekiç, dünyanın çivisini çakmaya çalışan bir insan oldum. enerjim hiç tükenmezdi ama şimdi resmen can çekişen bir maymunu oynuyordum safaricilerin gözleri önünde. hoyrat, acımasız bir hükümdar, bir hakan iken, şimdi sünepe bir hasen haben. sürekli su damlatan, ne ısıtmaya ne soğutmaya gücü yetmeyen, enerji niyetine alkol tüketen hantal bir klima gibiydim. düğmeme basıldığında ııh bile diyemiyordum. beş şekerli çay içen birinin hiç şeker atmadan aldığı ilk yudumda hissettiği tatsızlık gibi bir şeydim. aaa, şeker atmamış mıyım ben buna gibi bir hayalkırıklığıydım. halkibu, tanrım, yakından tanırım, beni tam kıvamlı bir insan olarak bina etmişti. orta.

ve gol.

yıllardır tiksindiğim şair bozuntularına, duygu simsarlarına, kavanoz götlü alçak kazanovalara dönüşmeye başlamıştım bir yandan. görmüyor muydun iki kişilik oda kiralıyordum otelde, bilinçaltımda ne yatıyor olabilirdi sence, sarılmak sarılınmak sarmalamak hikaye miydi peki, sonrası iyilik güzellik miydi sarılmanın. ömrümce olmadığım basiretsizce karı kız peşinde koşan, alkolik bir yazar bozuntusu mu olmaya çabalıyordum. çabalamaktan ziyade oraya doğru yol mu alıyordum. facebook'tan sahte isimle güzel kadınlara mesajlar atmalar, edebi yetenek kullanarak kadınları etkilemeye çalışmalar. hepsinin sonunda bu çift kişilik yatağın üstündeki pike mi vardı. hani bukowski'den nefret eden ben, hani ahşap kokulu retro dekore ev ve içinde salınan nazlı yar.

bütün bunların farkındaydım, süt gibi peynir gibi farkındaydım. ben elden gidiyordum. ve elimin bir ucundaki şeytandı.

otelim roma'da kaldığım otele çok benziyordu. girişi, odam, tuvaleti, alt kattaki kahvaltı salonu, lobisi. ve bu, beni çok mutlu etmişti.

istanbul, tarihteki en iyi son mekanlarından biridir. istanbul'da son vermek benim içimde bir ukdedir. köprünün üstünde yürüdük A ile. ben onun yanındaydım, o bilmediğim bir yerlerde. köprü çok caziptir mesela; aşağı bakma, aşağıyla şakalaşma dürtüsü uyandırır bende. sonra, otel odası; o da aynı şekilde şiirseldir. bu yüzden ikinci kattaki odamı dördüncü kata aldırdım. kimdi, kaan mıydı, zafer ekin miydi, karıştırıyorum, sel iyi bilir bu hususu. neden çift kişilik yatak peki? terk eden sevgilinin ardından süsü vermek için mi?

"hakan bey eşiniz bugün gelmeyecek mi?" dedi resepsiyonist. kafa salladım, evet, yarın, belki yarindan da yakin, gelecek. medeni hali bekar. peki yatağın diğer yarısında yatan kimdi? yastıktaki saç telleri, çarşafta meni izleri, telefonda son arananlar, konuşma kayıtları, gelen giden mesajlar. sonra hemen basit klişe bir senaryo. epeydir de film izlemiyorum halbuki.

gözlerinde ayçiçekleri büyüten A'yla tekrar görüşmeyeceğimiz kesin bir şekilde vedalaştıktan sonra moralim bozulmuştu. evet, sohbetim bir kişiyi daha açmamıştı, ve bu yüzden biriyle yalnız kalmaktan iyice korkar olmuştum. ve bunu bir daha asla yapmayacaktım. yoksa, o yazıları yazan kişi gerçekten ben değil miydim? "yazmayacaksan niye yaşıyorsun yavşak," dedim kendime. "yaşamıyorsan niye yazıyorsun lan yavşak?" dedim. biraz kızdım. bugünlerde oldukça kızıyordum zaten. evet evet yazmakta kesinlikle daha başarılıydım ve kendimi mühendislik hayatıma tevdi edip, kırk yaşımdan sonra yazdıklarımı gün yüzüne çıkarıp yazdıklarımın filme çekilmesini, oynanmasını seyretmeli, o zamanın sosyal ağlarına üye olup, evlenmiş boşanmış bir çocuk babası, tecrübeli olgun yazar imajıyla yolunu şaşırmış sarhoş genç kızlara yoldaş olmalıydım; ya da gerçekten georges perec gibi, salinger gibi münzevi bir hayat sürüp ölene kadar kimse tarafından tanınmamalıydım; ya da yazmaktan tamamen elimi çekip bir ev bir yazlık bir araba sahibi, üç çocuk babası, orta düzey yönetici olmalıydım; ya da böyle klişe edebi terennümler edip kendine sarılınma teklifi gelene kadar hiçbir kadına el sürmeyen, kendini alkole adamış, geçkin bir siroz-kanser risklisi olup çift kişilik yatak özlemiyle tek kişilik bir yataktan tek kişilik bir mezara kaldırılan, yakın arkadaşlarına mezarına şarap dökülmesini vasiyet eden ve her doğumgününde bu isteği gerçekleştirilen bir ölü olmalıydım; ya da niye bu kadar ciddiye alıyorsun ki, koy götüne deyip hayatın kendince akışına bırakmalıydım; ya da gerçekten sağlam bir hayat, klasik basit şeylerle mutlu olunan, güzel kadın güzel çocuklar, yeni iç açıcı öyküler içerisinde bir hayat; ya da bu otel odasında, dur son bir sigara içeyim.

moralim askıda bir şekilde asmalımescit'e yürüdüm. bu kahrolası şehirde herkes birbirine o kadar benziyordu ki, yandan önden arkadan, herkes ama herkes. birine benzettiğim birini gördüm, moralimin amına kodum, ağzına sıçtım. zaten bahane arıyordum, gittim iki bira çaktım. çift kişilik kodumun yatağı için etraftakilere göz attım. bir bira daha yuvarladım midemin çeperlerine. keyfim yas tuttu. hava bile kararmamıştı daha. gündüz hiç adetim olmadığı üzere uyumak istedim. otele gidip uzandım. saat gece on olmuştu, acıkmıştım, dışarı çıktım. hiç adetim olmadığı üzere gecenin o saatinde bir şeyler atıştırdım. iyice ayılmıştım ve moralim, üzerinde flamingoların oynaştığı bir göl gibiydi; moralim, üzerinde birkaç tarihi binanın keşfedildiği ve bir kısmının toprak altından yüzeye çıkarıldığı, merak uyandıran ama dokunulamayan bir sit alanı gibiydi.

peyote'ye gittim. kapıdaki pezevenkten tek başıma terasa çıkıp çıkamayacağımın olurunu aldıktan sonra köşeye, bir hoparlör dibine oturdum. hem yıllar yılı gelmeyen bir sarmaşığı bekleyecek hem de keyfimce müzik dinleyecektim. beni tanıyanlar tek başıma bara gitmeyi sevdiğimi, doğduğu toprakların insanı çektiğini ve benim barda doğduğumu bilirler. "bir bira lütfen." birinci biram bitmek üzereydi ki, bir kız geldi, güzeldi. oturabileceği bir yer olup olmadığına baktı, sanırım bulamayıp aşağı indi, iki dakika geçmeden tekrar çıktı, karşımda boş duran tabureye oturup oturamayacağını sordu, "tabii ki!" dedim. sesim logaritmik olarak azalır böyle durumlarda, ki'nin duyulmadığından eminim. şair ceketim, güneşte yanıp kızarmış kelim, özene bezene uzattığım ama çıkarken aynı saygıyı göstermeyen seyrek, dağınık, siyah sarı kızıl sakallarım, biram, sigaram ve ben, bay öksürük, bu güzel kadınla seviyeli bir sohbete ne derdim acaba. allah mı derdim; a mı b mi c mi derdim; cool adam pozlarıma, doğduğum çorak kıl çadırlara geri dönüp beni gözleriyle tanımasını, ne kadar da özümde iyi bir insan olduğumu anlamasını, çift kişilik yatağı aklımdan bile geçirmediğimi, ama sarılsak sarınsak fena mı olur tereddüdüne düştüğümü, filan, kısaca, bana laf atıp konuşmaya döndürmesini ve sohbetimin ne kadar da çekilmez olduğunu, hatta çekilmez bile olmadığını çünkü olmadığını kendi gözleriyle görmesini mi beklerdim. elbette bu şık.

çok güzeldi. gençti. kaşlarını almamıştı. tırnakları kısaydı. hiçbir kadına yakıştığına inanmadığım boynunu çevreleyen o şeyden takmıştı, biraz samimi olunca takmaması yönünde uyarabilirdim. zayıftı. gözleri bakmayı biliyordu. o, önündeki peyote'nin konser programını karıştırırken meğer ben onu süzmüşüm bir süre. devam ettim. saçları düz ve uzundu. çok güzeldi lan. kalkıp gidecek diye ödümün pimi çekilmişti. sigaramın dumanı rahatsız ediyor muydu acaba? yanıbaşımızda saksılar halinde baş hizamızda çiçekler vardı, botanik bahçesinde bir klip çekiminde gibiydik. çiçeklerden saçlarına değen bir tanesine uzandı, "gerçek mi bu acaba?" deyip gözlerini saksının toprağına yöneltti. "sen mi?" demedim tabii kıl çapkınlar gibi. "gerçek herhalde," dedim ama bizim 'herhalde' güme gitti yine. koyu, boru gibi bir gerçekle yüzyüze geldi kızcağız. bir süre çiçeklere baktık. ben, onu mu yesem bunu mu yesem diye düşünen bir kaplumbağa gibi, o ise ya bunlara da kıyamam ki diye düşünen bir ceylan gibi bakıyordu. sıra bendeydi, konser programına bakıp bakamayacağımı sordum; bakabilirdim; baktım. eee, baktım da ne oldu. kafamda, gündüzkileri de sayarsam dört bira vardı ve su kaynatıyordum.

"konser için mi geldiniz?" dedim. "evet." dedi. ben peyote'ye gelmeyeli nerden baksan birbuçuk sene olmuştu, ne konser veren grupları ne de istanbul alternatif müzik piyasasını tanıyordum. kahrolası, yanlış bir yerden girmiştim. sonra onu soru bombardımanına tuttum. neye uğradığını şaşırdı mı bilmiyorum. konuşuyordu, konuştukça gözlerine bakabiliyordum, gözleri gittikçe güzelleşiyordu, durduramıyordum. ben insanların gözlerine pek bakamam, bedendilcilerine göre sahtekarın tekiyim. hayır, elbette aşık filan olmuyordum, hatta bu hikayenin sonunda da olmayacaktım. sadece mutluydum, bana bu bir haftalık bohemian rhapsody boyunca eşlik edebilecek birini bulmuştum, hem de kendiliğinden, anadilinden, ve en güzelinden. o da değil de, karşımda güzel bir kadın ve onun gözleri, ve benim bira içen kekeme gözlerim, ürkek yunus ellerim. rahattık işte, ortada hiçbir artniyet yoktu, inan ki çift kişilik yatağın boş tarafı bile yoktu. ne zamandır şöyle yayıla yayıla yatmamıştım zaten. sohbet ilerledikçe ona askıntı olacağımı sanacak sanrımı da çekip kenara fırlatmıştı gülen yüzüyle. konuşuyorduk. cümlelerimin son kelimeleri bile sudan çıkıp kafalarını anlık olarak kaldırmıyorlardı artık, düpedüz dubaya yatmış güneşleniyorlardı. ben bugüne kadar hiç kimseye yaşından küçük gösterdiği konusunda doğru söylememiştim, bu doğruyu ilk ona söyledim.

gece her zaman yaptığını yapıyordu ve ilerliyordu. saat bir gibi konser başladı ve biz alt katta konser alanındaydık, birlikte, gereken mesafede. bilet bulamadığım için aynı akşamki nouvelle vague konserine gidememiştim ama kısmette alternatif bir konser varmış. kurban olduğum allah, zaman zaman nankörlük etsem de bayılıyorum yaptıklarına. konser insanı olmadığımı söylemiş miydim, elime içkimi alıp ayakta hafiften salınarak müzik dinleyemem. nitekim yer bulduk ve oturarak müziği dinlemeye koyulduk. bu tarz ortamlarda korktuğum şeylerden biri başıma geldi ve sarhoşun biri henüz adını bile bilmediği arkadaşıma yanaşmaya başladı. gerilmişti, gerilmiştik. ama hâlâ türk silahlı kuvvetlerine zimmetliydim ve olay çıkarmak istemiyordum. sarhoşlara karşı her zaman hoşgörüsüz olmuşumdur, genelde kuvvetle iterek ya da bir tokatla işleri biter ama sarhoş arkadaşımız henüz tacizini bunu hak edecek boyuta vardırmamıştı ve ben de yeni arkadaşımın gözünde bir barbar olarak yaşamaya devam etmek istemiyordum. adamı uyardım. hafifçe ittim. arkadaşımla yer değiştirdim ve bu sorunu bu şekilde tatlıya bağlayıp gecenin güzel kokusunu bozmadık. allah'ım bir kızılderili obasındaymışcasına tütsülüyordu sağolsun. ama konser de her zaman yaptığını yapacak ve bitecekti. peki sonra?

sonra biz, tanıştığımıza memnun olacak ve tekrar karşılaşmayı umarak yollarımızı ayıracaktık. şahsen ben olsam öyle yapardım. ve yaptım.

Hiç yorum yok: