ama arkadaşlar iyidir



6.05.2010

özgürlük sarhoşu

tekrar ediyorum: dün evde yoktum, ovalarda dolaştım.

çoğunlukla yaptığım gibi kağıt kalem almamıştım yanıma. cep telefonumun mesaj kaydedilen bölümü ise benim gibi virgül üstüne virgül koklayan bir yazman için kifayetsiz kalıyordu. kalem bulursam kağıt kolay, deyip arabanın torpido gözünü açtım ve iki ucu açılmış yarım bir kurşunkalem buldum. kurşun kalemlerin her iki ucu açık olması ya da arka tarafının kemirilmiş olması, benim gibi 'görüntü' tutkunları için tahammül edilmesi zor bir sahnedir ancak içinde bulunduğum o an böyle bir raslantıyı ummazdan gelecek lükse sahip değildim. nitekim doğanın ortasında tek başıma, buna şükretmeli ve bir an önce kağıt arayışına koyulmalıydım. içi boş bir hıyar tohumu kartoneti buldum otların arasında. renkli ön yüzünde aynen öyle yazıyordu ve arka tarafı beyazdı. hemen ele geçirdim. hışırt.

birlikte balığa geldiğimiz arkadaşım zıpkınıyla suya dalmıştı ve ben kenarda, yüzme bilmeyen çocukların su kenarında kumla, kaleyle, kovayla vakit geçirmesi gibi kendi kendime eğleniyordum. kumum kalem, kalemim ve kağıdımdı bu durumda. [kum kitabı; borges bey amca'ya selam saldım] kulum kölem de olurlardı aynı zamanda. ... asli görevim, o an yaptığımız yasak avcılıktan dolayı erketeye yatıp onu korumak ve ani bir jandarma müdahalesine karşı suya taş atıp kargı dibine saklanmasını sağlamaktı ama o anlık gelen giden yoktu. bir taraftan askerde öğrendiğim gizlenme taktiklerini de pratiğe dökebileceğim bir ortamda olduğum için heyecan duyuyordum ama jandarmalar bile yalnız bırakmıştı beni ve ben her sessizlikte yaptığım gibi yazmaya koyulmuştum. çayın kenarındaki kargıların ve benim gibi bodur makilerin rüzgâra selam dururken çıkardıkları sesler ve uzak tarlalarda yonca sulayan pancar motorlarının sesi haricinde tık yoktu. tıp.

gölge bir ılgın altı bulup bunları yazmaya koyuldum. ılgın çok güzel bir kız ismidir ama o kadar da güzel görünümlü bir bitki değildir. hatta adı ılgın olan bir arkadaşım kendisine fotoğrafını çekip yolladığımda epey hüsrana uğramıştı. yine de haksızlık etmek istemem çünkü ılgın bu çayırların en has bitkisidir. bir kere, odunundan çok güzel mangal kömürü olur ve derler ki yılan balığı en güzel ılgın ateşinde pişer. gel gel yanalım ateş-i aşka. dup.

bu arada yolda gelirken gördüğümüz ve ezmemek için büyük çaba sarfettiğimiz -ezseydik işimiz rast gitmezmiş, ama ezmediğimiz için işimiz akgına gidecekmiş, öyle dermiş eski yörükler- yılan, sürekli gözümün önüne geliyor ve sanki oturduğum ılgın ağacının altında tepemden bakıp benimle saklambaç oynuyordu. tıss.

her yerde irili ufaklı böcekler vardı. kırmızı, turuncu, ne renkte ve ne türde ararsan, sanki koca kıçımla bu böceklerin habitatının orta yerine kurulmuştum ve onlar da bana karşı stratejik bilgisayar oyunlarındaki küçük yaratıklar gibi savaş inşasına girişmişlerdi. biri koluma tırmanıyor, bir bakıyorum sırtım kaşınmaya başlamış, bir bakmışım biri seyrek ve kısa saçlarımın arasından aşağı yuvarlanıyor ve bu sırada burnuma basıyor. bir diğeri de desen minyatür tarzan misali kirpiklerimden birine tutunup kulağıma sıçrıyor. ayakabbılarım desen onlar için birer mağara ya da sığınak. hiçbirine dokunmadan, ezmeden hıyar tohumu desenli kağıdıma yazıma odaklanmıştım ki aklıma evden getirdiğim fotoğraf makinesi geldi. yahudi asıllı olduğundan şüphelendiğim -yahudileri tenzih ederim, deyim sadece- babamın bir süpermarketten büyük ucuzluktan mal bulmuş mağrıbi gibi aldığı xacti marka dijital makineyle sanat çalışması yapmaya karar verdim. bu yörede meşhur olan kovboy şapkamı kafama geçirdim ve arkadaşım sudan gelene kadar -evet o bir eşekti, arkadaşım eşek- kendimden bir korkuluk yaptım. bu sırada öğlen sıcağı tepeme usul usul işemeye başlamıştı -işlemek değil, lütfen- . bir kadeh rakı koydum ve onüç yaşındayken fotoğrafçı alaeddin'den öğrendiğim sanatımı icraya koyuldum, tabii o zamanlar körüklü makinalarla çalışırdık ama olsundu, insan yeter ki istesindi. andy warhol'a selam çaktım. kışşt.

sonra elinde kurşun ve zıpkınıyla bir ses de duymayayım mı, "lan ateşi yakmadın mı daha hasan?" diye yükselen. rüzgârın hışırtıları arasında şahsıma yönelik bir iki küfür kelamı daha yükseldi sanırım ama sanatda olur böyle şeyler deyip bozuntuya vermedim. ağzımı bozduğum için balıklardan özür dilerim ama yaklaştıkça susmuyor ve giderek atasözü ormanı olan babasına benziyordu bu pezevenk, çünkü "senin kışt dediğin keçi ormandan çıkmaz amına koyim" deyişi çileden çıkarmıştı beni. cebimden tek ateşli silahım olan çakmağımı çıkardım ve korkuluk olan kendimi bir kenarda çalılıkların arasında terkedip ateşi yakmaya koyuldum. hişşt.

nihayetinde rakıları koyduk fincana. akşamüstü olmak üzereydi ve yerel radyoda yöresel istekler programı başlayacaktı. hemen aradık ve ne alakadır demesinler halep türküsü'nü istedik. birer lakap uydurduk kendimize. tam adımıza okunan bu şarkı başladığında da kadehlerimizi tokuşturup dünya'ya içtik. ayakkabıları çorapları çıkarıp zil zurna oynadık.

rakımızdan bir kadeh de korkuluğa ikram ettik.










Hiç yorum yok: