ama arkadaşlar iyidir



2.05.2010

külüstüre binip ilerlememizle gelişti pek çok şey. artık murat 124'ler yok biliyorsunuz piyasada, onun yerini murat 131'ler aldı. çelebi adını verdiğim murat 131, lpg donanımlı arabamıza atladık yola çıkarken, yokuşlarda gaza yüklenip aşağı inerken boşa alıyorduk elbette tasarruf açısından, yemin ederim yaptık bunu. çam ağaçlarının etrafını çevrelediği, yılların sıcağının asfaltı yiyip bitirdiği yollarda seyreyledik bir süre. ve düğün evine vardık. saat öğlen onikiyi yeni yeni geçiyordu. beş adet müstakil evden ibaret kümenin ortasındaki hareketlilikten hangisinin düğün evi olduğu rahatlıkla sezilebiliyordu; yol kenarına park etmiş arabaları ve davul zurna sesini takip ederek, harım girişinde gelenleri karşılayan şişman düğün sahibiyle tokalaşıp, okuntu adını verdikleri ucuz hediyelerimizi verdik ve hayırlı olmasını temenni ettik.

üç erkektik ve oğlan düğünü denilen gündüz yemekli içkili eğlentiye katılmaya gelmiştik. gelirken, aramızda, erken mi geldiğimize dair tereddüt içeren ufak yollu bir tartışma taşımıştık ama eniştem son noktayı koymuştu, "oğlum geç gidersen ne yiyecek bir şey kalır ne de adama bakarlar, millet kafayı tuttu mu senle ilgilenen kalmaz, en iyisi onbirbuçuk oniki arası gitmektir." diyerek. arabadan iner inmez davul zurna gürültüsünü duyunca içim cızz etmişti benim, nicedir özlediğim bir sesti ve rakı da olacaktı yanında. gündüz rakısı. beni bir sandalyeye iple bağlayıp, önümde davul zurna eşliğinde rakı içerseniz pek âlâ bir işkence yapabilirdiniz nefsime.

babamı temsilen orda olduğuma dair anekdotumu dile getirdim ve selamlarını ilettim düğün sahibine ve bize hemen gölgesi değerli bir masa ayarlandı. tam saatinde gelmiştik, etrafımızda içmeye başlamış sadece iki masa vardı. masamızın üzerine üçüncü hamur bir kağıdın örtü olarak yayılmasını bekledik. ortacı çocuklar kollarına birer kırmızı yazma bağlamışlardı ve bu şekilde kendilerini belli ediyorlardı. bu gençler genelde düğünü olacak olan gencin arkadaşları veya akrabalarıdır, benim de bu kutsal vazifeyi muhtelif düğünlerde yerine getirdiğim olmuştur. masanızın bir ihtiyacı olduğunda onlardan birine seslenirsiniz, ki çoğu zaman seslenmenize gerek kalmaz çünkü onlar sürekli kontrol halindedir, malum sarhoş masası tehlikelidir, bekletmeye gelmez.

bir masalık kalabalık oluşmasını bekleyen üç kişi daha geldi ve altı kişilik, diğer üyelerini de simaen tanıdığım bir masa oluşturduk. evet, aralarında beni gerecek herhangi biri yoktu ve ortamın tadını rahatlıkla çıkarabilirdim. mezeler ve yemekler gelir gelmez, düğün sahibi, onların kiloluk dedikleri 100'lük bir yeni rakı getirdi, onu görür görmez gözler açıldı. bazı düğün sahipleri paradan kısırganarak(?) burgaz veya diğer düşük markalı rakıları alır ve bu durum ziyaretçi ahalisinin gözlerini kısar. masanın en yaşlısına sakilik görevi verildiği rakı şişesinin eline tutuşrulmasından hemen anlaşıldı ve uzun ince bardaklarımız doldu. ortacı gençlerden buz ve su rica edildi.

bu sırada iki davul ve iki zurnadan oluşan orkestra iki metre ötemizde sanatını icra ediyordu. aslında benim için pek rakı içmeye hacet yoktu sarhoş olmak için, bu orkestranın sanatı yeterdi artardı ama yine de ikisi bir arada tadından yiyemeyeceğim bir şölene dönüşecekti benim için. üstelik, düğün evi, bir dağ yamacında, bizim külüstürün bile zar zor ikamet edebildiği bir yolun sonunda konuşlanmıştı ve taşlar, kayalıklar, kızılçam ormanlarının hemen altında bizimle birlikteydi. bu ayrıntıların tarafımca görülmesinin ve önemsenmesinin kaynağı ise bir yörük ailesinin düğününü kutlayacak oluşumuzdu. keçiler ve çoban köpekleri dağdan aşağı doğru nazar halindeydiler. alçaklı yüksekli kurulan pek çok yemek masası ve civarda seken başları yazmalı keklik gibi yörük kızlarının kaçamak gözlerle seyri akıbetimi koyulaştırıyordu.

ilk yudumlar, 'hadi bakalım, hoşgeldik' denilip kadehler tokuşturularak alındı ve gayrısı herkesin kendi rakı içme kararına bırakıldı. daha önce de tecrübe ettiğim üzere bu tarz masalarda sürekli kadeh tokuşturmak adap dışıydı. herkes içme hızını kendi keyfine göre ayarlardı çünkü malum, bu rakıydı ve adam çarpardı, adamı adam içinde rezil rüsva da edebilirdi. yudumlar arttıkça, kadehler dolup boşaldıkça orkestra tüm hünerini sergilemeye devam ediyor ve özellikle zurnacı, attığı sololarla keyfime keyif, düşünceme düşünce, hissime his katıyordu. saat yine öğlen olduğunu belirtmek istediğim üzere iki'ye geldiğinde ilk 100'lüğümüzü bitirmiştik ve yenisi masamıza teşrif etmişti.

işte her şey o andan sonra başladı. davul zurna ekibi herkesin kafayı aşağı yukarı tuttuğuna inanarak hem bahşiş toplamak hem de kafaları iyice zil zurna etmek üzere masaları dolaşmaya başladı. hatırı sayılır muhtarlar, köyün ihtiyar meclisi, beldenin öğretmeni, damadın arkadaşları, biz... bizim masamıza buyurup "afiyet bal şeker olsun, isteğiniz var mı" şeklinde baktıklarında daha önceden cebimde hazırladığım üzere beş tl'lik banknotlardan birini iyice kıvırıp zurnanın deliğine sokuşturdum ve istediğim şarkıyı fısıldadım. zurnacı iyice kulağımın dibine yaklaştı ve allah kompresör mü verdi kendisine ciğer niyetine bilmiyorum ama ne verdiyse üflemeye başladı enstrümanına. bazı şarkılar, ehil olmak şartıyla bu orkestranın elinde içinden çıkılmaz birer labirente dönüşür, bile isteye kobay niyetine döner dolaşırsınız müziğin ahenginin içinde ve sonra labirentin rasgele bir yerinde sızar kalırsınız. bir beşlik daha çıkardım ve bir şarkı daha istedim. eniştemin kulaklarımı hedef alan sesini duydum sonra, "lan pezevenk, sarhoş mu edeceksin bizi!"

...

eve geldim ve istedim ki bana bir kahve yap. çoraplarımı filan çıkar. çay pişir. öp ve ayılt beni. evlen filan benimle.

Hiç yorum yok: